Makaleler

Yirmi birinci yüzyılda devrimci olmak! (1)

“Uyumak şimdi, 
            uyanmak yüz yıl sonra, sevgilim…

 

Hayır, 
            kendi asrım beni korkutmuyor 
                                              ben kaçak değilim. 
Asrım sefil, 
            asrım yüz kızartıcı, 
     asrım cesur, 
             büyük 
                  ve kahraman. 
Dünyaya erken gelmişim diye kahretmedim hiçbir zaman. 
Ben yirminci asırlıyım 
ve bununla övünüyorum. 
Bana yeter 
yirminci asırda olduğum safta olmak 
                 bizim tarafta olmak 
ve dövüşmek yeni bir âlem için…

Yüz yıl sonra, sevgilim…

Hayır, her şeye rağmen daha evvel. 
Ve ölen ve doğan 
ve son gülenleri güzel gülecek olan yirminci asır 
(benim şafak çığlıklarıyla sabaha eren müthiş gecem), 
senin gözlerin gibi, Hatçem, 
                         güneşli olacaktır…”

                                           Nazım Hikmet RAN

 

1941 yılında yazılıyor bu dizeler.Yirminci yüzyıla dair bir umut, o umudun içinde bir devrimcilik hikâyesi…
Belki de en kanlı yüzyıla sesleniyor şair ve bu asır ne kadar sefil, yüz kızartıcı olsa da ondan korkmadığını söylüyor. “Niye yüz yıl sonra doğmadım” diye kahretmiyor kendini, hatta gurur duyuyor bu vakitte yaşamaktan! Çünkü olduğu safı, “yeni bir âlem” için tuttuğu safı biliyor ve bunu bilmek yetiyor… Yani ezilenlerin yanı, yani devrimciliğin safı!

Nazım olduğumuz safta olmayı, yeni bir dünya için dövüşmeyi anlatıyor. Aslında devrimci olmayı ve de devrimci kalmayı anlatıyor. 

Yirminci asrın sonu güneşli olmadıysa da; zulüm, sömürü sürüyor dünyada. Katliamlar, işkenceler, tacizler, tecavüzler sürüyor ülkede ve her yanda… Sonra Ahmed Arif yetişiyor, “Dövüşenler de var bu havalarda… El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem …” Evet, dövüşenler de var hala umut edenler de…

 

“yirmi birinci asırda olduğumuz safta olmak

                                                     bizim tarafta olmak…”

 

Ve bizler… Yirmi birinci asırda devrimcilik yapmak isteği, pratiği olanlar…

Şimdi uyumak ve yüzyıl sonra da uyanmak mı istiyoruz? Kendi asrımız korkutuyor mu bizi, kaçak mıyız? Dünyaya erken gelmişiz diye kahrediyor muyuz kendimizi? Yeni bir alem için dövüşmek yetiyor mu bize?

Gerekli olanı, yapmamız gerekeni, en zor olanını ve de en güzel olanını yapıyoruz! Bir “şiir” gibi yaşıyoruz hayatı, hayatı bir şiir gibi yaşamak istiyoruz…
Ve elbette bunun güzelliğini yaşarken farklı bir yerde olduğumuzu, sistemin çizdiği sınırların dışına çıktığımızı, sistemin bizi tekrar içine almak istemesine direndiğimizi biliyoruz. Devrimcilik sistemin çizdiği sınırların içine girip girmemek arasında ilerliyor. “Enginleri fethetme cesaretini” kuşananlar kazanıyor ve de sistemi yeniyor!
Yazımız “devrimci” olma ve de kalma meselesine dair naçizane katkı sunmayı, yaşamımızdaki bilindik sorun ve pratikleri de işleyerek bu olguyu tartışmayı amaçlıyor. Devrimciliğin günümüz koşullarında uğradığı dejenerenin bilinciyle, “nerde o eski devrimciler” sözünden ümitsizliği değil payımıza düşeni almayı istiyor. Her şeye rağmen umudunu da şiirlerden ve de dünyayı değiştireceğimize olan inançtan alıyor…

 

foto-arsiv toplum cocuklar tutuklanancocuk 300 0“Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak tanesi bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uyanmasın dağ.
Bu yürek, ne güne vurur…
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar, bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar
Beynimizin ışığında yeraltı.”
                                         Ahmed Arif

 

 

Devrimcilik sistemin sınırlarını reddetmekse, o vakit kanlı/yoz/acımasız sistemin bizde yarattıklarını yok etmeye çalışmakla başlamak gerekiyor. Ve buna dair ne olursa anında hesaplaşabilmek.
Alternatif bir hayat yaratıyoruz ve milyonlarca insanı bu hayata çağırıyoruz. Bu çağrıyı yaparken, oturup defalarca düşünmek ve pratiğimizi sorgulamamız gerekiyor.

Bencilliğe dair… “Herkesi sevmek ya da sevmemek!”

Düzen varlığının devamı için kendisini en ince ayrıntısına kadar örgütlüyor. Hayatı ve yaşamımızı örgütlemeye çalışıyor. Ve kendi yarattığı kültüre göre eğitiyor bizleri. 

Devrimci olduktan sonra bunu daha fazla gözlemlemeye başlamışızdır. İnsanlardaki “beni” alıyor, muazzam bir bencillik yaratıyor. İnsanın söylediği, anlattığı, kızdığı ne varsa “kendisine” dair oluyor. Başkası hiçleşiyor, toplum hiçleşiyor, halk hiçleşiyor. Ne varsa “kendisi” oluyor. Dünya onun etrafında dönüyor, mutluluğu bir o hak ediyor. Kendi geleceği, mesleği, kazanacağı para her şey oluyor onun için. “Kaybedecek birçok şeyi” olduğunu düşünüyor, kaybetmemek için “insanlığını” kaybediyor, insanları kaybediyor. Hayat böyle sürüyor işte, bencilce…
Okulda sınıf arkadaşımız, babamız, amcamızın kızı, herhangi bir yerde herhangi bir doktor, öğretmenimiz yani etrafımızda sayısız insanda her gün görüyoruz bunları. Peki, bizler bundan nasiplenmediğimizi söyleyebilir miyiz? Hepimiz az ya da çok bencilliği yaşıyoruz, yaşatıyoruz. Elbette ki hepimiz önemliyiz, birey olarak da değerliyiz. Hatta en önce kendini sevmesini bilmeli insan ki daha samimi açabilsin yüreğini diğer insanlara. Ama bencillik kendini sevmenin ötesinde, kendin dışında başka kimeleri sevmemek, onlara değer vermemek oluyor.

Oysa bizi devrimci yapan şey Pozantı’da tecavüze uğrayan çocukların, 12 yaşında bedenine 13 kurşun yiyen çocukların, işçilerin, köylülerin, kadınların, eşcinsellerin yani bütün ezilenlerin suratlarını yedikleri tokadı bize atılmış gibi hissediyor oluşumuz değil mi? Herkesin sahip olduğu şeyler değerlidir. Hepimizin annesi, kardeşi ve de kendisi değerlidir. Ancak Roboskî’de katledilen çocukların, Ethem’in, Ali İsmail’in annelerinin bizim annemizden ne farkı var? Onları bizden daha değersiz yapan, farklı yapan nedir? Mesele bu kadar nettir aslında, ama iyi bir tokat kadar da “acımasızdır” …

 

Kendimizi ve hayatı örgütlemek!

Bencilliği yaratan sistem, aynı “bene” ciddi bir düzensizlik, plansızlık hediye ediyor. Nasıl yaşadığımızın, ne yaptığımızın belli olmadığı bir hayat sunuyor. Yarınımızın hatta bir dakika sonramızın bile planlı olmasını engelliyor. Çünkü kendimiz için de ve de toplum için de düzenli bir hayat onun yasalarına aykırı, kendisini devam ettirmesine engel.
Örgütlü, yani hayatı bilinçli yaşamayı seçenler için de bu sorun kendisini hissettiriyor. Devrimin uzun, çetin, engebeli yolunda bir ömrü değil, bir günü bile planlamamak, yani yarınımızı bile örgütlememek belli bir süreden sonra normalleşiyor. Dün ne yaptığımız, bugün ne ettiğimiz ve yarın ne yapacağımız öylecene gelip geçiyor. Yani o günü kurtarmış ve aslında hayatımızdan bir gün daha çalmış oluyoruz. 

Alternatif olarak yaratmak istediğimiz hayat biz farkında olmadan düzeninkiyle aynılaşıyor. Mesela sadece uyuduğunuz, biraz kitap okuduğunuz, fazlasıyla televizyon izlediğiniz, baya bir konuştuğunuz ve gezdiğiniz bir gününüzü düşünün. Elbette böyle vakitlere de ihtiyacımız vardır. Ama bunun süreklileşmesi ya da anlayış olarak bilincimize nüksetmesi nasıl bir ihtiyacın ürünü olabilir ki?

 

(Devam edecek…)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu