Makaleler

Yazarlık bilgisi için platonik nasihatler kıssası

Yazarlık yeteneğinin nasıl edinilip geliştirileceğine dair Özgür Gelecek gazetesinin son sayılarında bir tartışma var. Tartışmanın ilk hamlesini “Yazarlığın atölyesi olur mu?” başlıklı makalesiyle İzmir’den bir okurumuz yaptı (ÖG. Sy:52). Makalesine konu olarak yaratıcı yazarlık atölyelerini almıştı. Fakat bu atölyelerin “bacasız sanayi unsuru olması kaygısı”yla makalesinde tema olarak “Yaratıcı yazarlık atölyelerinden topluma yarar çıkmaz.” İşlemiş ve “genelleme yapmak doğru değil” demesine rağmen amiyane tabirle kallavi bir genellemeyle bahsi geçen yazarlık atölyelerini ve mantık olarak bütün kurs ve atölye çalışmalarını reddetmişti.

Sonra güzel bir şey oldu, yanlış bir noktayı dayanak alan bu görüşe bir başka okurumuz Özgür Gelecek’in 53. sayısında yanıt vererek konuyu canlandırdı ve yaratıcı yazarlık atölyelerinin hepsinin çıkar amacı gütmediğini, oralardan da öğrenilebilecek şeyler olduğuna dair görüş belirtti. Çünkü bütün atölyeleri, kursları reddedecek olursak -uç bir söylemle- devrimci kültür- sanat atölyelerini nereye koyacağız gibi haklı soruyu sordu. Neticede konuyla ilgilenenlerin çeşitli atölyelerden- aktivitelerden yararlanabileceğini söylüyordu. Bana göre de o yazı baştan sona kadar haklı bir düşünüşün ürünü olarak kaleme alınmış görünüyordu ve eleştiri biçimi olarak da 52. sayıdaki yazıya doğru noktalardan yaklaşıyordu. Yer darlığından dolayı o yazılar hakkında çok özet olarak bunları söylemekle yetineyim ve ilgilenenlerin o sayıları okumasını önererek devam edeyim yazıma.

Ama sonra Özgür Gelecek’in 54. Sayısında Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Hapishanesi’nden bir tutsak partizan “Yazar olabilmek için kaç zaman öğrenim görmek zorundayım?” sorusunu bbaşlığına çektiği bir makale yazmış ki konuya dair, evlere şenlik. 53. sayıdaki makaleye cevap olarak yazılan bu yazı neresinden tutsan elde kalıyor. Kaba bir idealizmle biçimlenen yazı, yazarının konu ile ilgili bilgisizliğini ele vermekle kalmıyor, genel cehaletinin verdiği cüret, feodal baskıyla birleşince ciddiye alanın felaketi olacak bir nasihat kıssası çıkıyor ortaya. Ve bu yazının kaç kere yanlış olduğunu saymak bile mümkün olmuyor. Bu haliyle de 52. Sayıdaki yazıdan da geriye düşüyor.

Tekirdağ F tipi Hapishanesinden yazan arkadaş, “bol bol okumalı ve başkalarının tecrübe ve deneyimlerinin olmadığından kulak asmamalı” fikrini şöyle ifade ediyor: “Yazar her ne kadar bu alanda ders ve konferanslar vermiş de olsa önemli olanın kendi deneyim ve tecrübelerinin oluşturduğu noktadır.” Cümlenin bozukluğu bir yana başkalarınca sözlerinin dinlenmesini isteyen biri nasıl olur da sadece kendi deneyimlerinin önemli olduğunu söyler ki?! Ya da geniş kitlelerce bilinsin diye ÖG’ye düşüncelerini yazan biri Nazım’ın, Hemingway’in, Dostoyevski’nin söylediklerinin dinlenilmesini isteyen biri nasıl böyle bir cümle kurar ve çelişik bir halde, diğer- başka deneyimleri yok sayıp önemli olanın sadece kendi deneyim ve tecrübelerinin olduğunu söyler?! Öte yandan psiko- sosyal varlığın doğasına aykırıdır bu önerme. Çünkü birey sadece kendi deneyimleriyle var olmaz; diğer bireylerin de tecrübelerinden yararlanarak hem kendini var eder hem de geleceğini böyle kurar. Kaldı ki bunları dikkate almadan dahi söyleyecek olsak, “sadece kendi deneyimlerinden hareketle” yazan birinin (yazarın) ürettiği ürünlerin toplumsal bağlamı ne kadar güçlü olabilir ki? Ortaya çıkan ürün hakkında “aldım elime kalemi, yazdım başıma geleni” minvalinden haklı bir okur yargısı nasıl engellenebilir.

O halde başkalarının deneyim- tecrübelerinin görmezden gelinerek, önemli olanın kendi deneyim ve tecrübelerinin olduğunu söyleyen nasihat nereden baksan çıkmazlara uzanıyor. Eğer bu mantığa kulak asacak olursak evin yolunu zor buluruz. Şöyle düşünelim; bu mantık sadece kişinin kendi deneyiminden hareket etmesi gerektiğini salık vererek ideolojik alanda diyalektik materyalizmi (Marksist Leninist Maoist doktrini) pratik alanda bu yöntem- bilimin üzerinde yükselen bütün deneyimleri (toplumsal tarih içindeki bütün deneyimler ve onların ara aşamalarını da ve onların oluşumuna neden olan daha küçük pratik ögeleri de) ve bütün bunların toplumsalda uygulayımları için pratik deneyimleri de reddetmektedir. Öyle ya; önemli olan, kişinin kendi deneyimiyse, bütün bunların önemi nedir?! Ya da bir örgütlenmenin önemi nereden gelir? Örneğin bir yoldaşın kişisel- örgütsel deneyimini de reddedecek miyiz, yoksa onun “yoldaş” olmaktan kaynaklı tecrübesi ayrıcalıklı mıdır? Ya da Tekirdağ F Tipi Hapishanesi’nden yazan arkadaş yazdığı makaleyi yanında bulunan birinin bu konularda deney ve tecrübesi daha fazla diyerek paslaşıp onun görüşünü almış mıdır? Ya da ben bu yazıyı yazarken yanımda bulunan başka birinin görüşlerini almış olsam kendime halel getirmiş olur muyum? Ya da…?

Diyelim ki diyalektik materyalist sanatçılardan- yazarlardan birisi falanca atölyede belli bir süre yazarlık konusunda ders veriyor- söyleşi düzenliyor olsun. Falanca atölye ücretsiz, ders veren adam devrimci bir yazar; ne yapmalıyım? Ben de yazmaya çalışan bir yazar adayıyım, ne yapmalıyım? Eğer önemli olan sadece kendi deneyimlerimizin olduğunu söyleyen mantığa uyarsak, ders veren ders veren yazar ne kadar devrimci olursa olsun onun tecrübelerini kabullenmediğimiz için o derslere gitmeyiz. Ayrıca atölyelerin hepsini reddettiğimiz için, onların kapitalizme hizmet ettiğini düşündüğümüz için de o atölyelere gitmeyiz. Çünkü biz komünistiz, bizim okulumuzda başkalarının deneyim- tecrübelerine yer olamaz!? Evet! Böyle mi olacak?

Oysa biz komünist ustalardan, devrimci önderlerden toplumcu sanatçılardan öğrendik ki, böyle olmuyor. Bilmenin, öğrenmenin komünistlikle alakası yok. Deneyim, dünyanın her yerinde deneyimdir, herkes için deneyimdir. Bilim böyle gelişir, insanlık böyle yol alır. Hadi konuyla ilgili somut örnek verelim. Mao yoldaş “burjuva edebiyatını dahi kafadan reddetmeyin, onlardan da edebi yanı güçlü olan eserler var, onların bu biçimlerinden öğrenin” derken neyi kast ediyordu? Ya da Lenin Dostoyevski gibi süzme bir gericinin edebiyatını överken bahsettiğimiz şeyi yapıyordu. Bu bakımlardan demeliyiz ki, komünist olmamız bize doğuştan ulvi güçler bahşedildiği ya da komünist olur olmaz bilgelik suyu içirilip ermiş olduğumuz, bu nedenle de her şeyi bildiğimiz anlamına gelmez. Ve zaten böyle düşünenlerden komünist olmaz. Aksine komünist olmak her zaman öğrenmek, her zaman meşakkatli zihinsel faaliyet yürütmek (ve daha pek çok pratik- zihinsel faaliyetle birlikte) anlamına gelir. Bu öğrenme süreci diyalektik- materyalist bilme süreciyle dış dünyanın pek çok etkinliğinden -ve esasen oradan- edinilen deneyimlerin zihinde yorumlanmasıyla gerçekleşir. Burada iki noktaya dikkat çekmek gerekiyor. komünistler ama özellikle de komünistler küçük burjuva popülist tavra düşüp sadece kendine yakın ya da çıkarı olduğu deneyimlerden değil, daha da dikkatli yaklaşması gereken başlıca ve belki de daha tehlikeli deneyimlerin bilgisine varmalıdır. Zira çokça yerdiğimiz olay- olguların hareketini, etkisini, özelliğini vs. bilmenin bizim pratiğimize de yön verme özelliği taşıyabileceğini bilmek zorundayız. Bununla bağlantılı olarak ikinci nokta; her şeyi kendimizde kendimizle başlatmak gereğine vurgudur. Deneyim ve bilgi sürecine doğrudan etki ettiği için bu ikincisi diğerinden daha önemlidir. İnsanın dış dünyanın deviniminden öğrenmemesi diye bir şey olamaz. Bunun aksini düşünenler “bir şey önce anlıkta var olur” Platon düşüncesiyle yükselmiş idealist burjuva görüşçülerdir ve aslında o bile pratikte kendisiyle uyumlu değildir.

Şimdi eleştirimize zemin olan yazıya dönelim. Yazıda yazarlık atölyelerinden bahsederken kapitalizmin buralardan çıkar sağlamasına değinirken (sanki bütün yazarlık atölyeleri kapitalizme hizmet ediyormuş gibi) bu atölyelerden Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Dostoyevski, Hemingway “tarzı yazarların çıkmasının mümkün olmayacağı” görüşünü söylüyor. Şimdi aklıma gelen ilk soruyu sorayım: Ne biliyorsun? Nasıl- nereden bu kadar emin olabiliyorsun? Bu atölyelerin amacının böyle olmadığına dair değiniye bir önceki Özgür Gelecek sayısında değinilmişti. Orada bu disiplinin özgünlüğüne dair bazı yaklaşımlar ve deneyimlerin paylaşıldığına vurgu yapılmıştı. Yani o atölyelerde sıfırdan yazar yetiştirilmiyor. Onlarda olmayan yetenekler sunulmuyor. Zaten yazarlık hakkında biraz deneyimi olan herkes bilir ki böyle şeyler de olmaz. Dediğimiz gibi, en iyi olasılıkla bakış açısı değişir, genişler. Yani oralardan bir usta yazar çıkıp çıkmayacağı tartışmasına dikkat çekmek saçmadır. Birkaç günlük, birkaç haftalık atölye çalışmasından böyle bir şey beklenmemesi gerektiğini o atölyeye girişte duyuyorsun zaten bizzat oradakilerden. Aklıma gelen ikinci soru: “Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Dostoyevski, Hemingway tarzı” ne demektir? Bu tek tek isimlerden bir tarz fark edilir elbet; ama hepsini bir kefeye koyup “bu tarz” demek de nedir? Bu yazarların toplamından çıkan tarz nedir? Ünlü? Büyük? Devrimci? Ne? Oysa bu saydıklarımız “beş benzemez” gibiler. Batı tarzı roman stiline sahip Hemingway; koyu bir dindar ve gerçekçi özellikleri güçlü Dostoyevski; toplumcu bir yazar Orhan Kemal ve toplumcu gerçekçi şair Nazım (yaşadıkları topluma özgü görüngüler, kullanılan imgeler, bunlarla örülen üsluplarına dair daha pek çok şey söylerim; ama yerim dar…). Bunların daha da belirtebileceğimiz farkları varken (tarz bakımından); yani birbirlerine tarz bakımından benzemezken “bu tarz yazarlar” gibi sözlerle hepsini aynı “tarz” içine sokmak, örneği buradan vermek bu yazarları tanımamak, bilmemektir. Bu bilmezlik bir yana, o yazarları o yazarlar yapan şeyin, hayatın zorluklarından edindikleri kişisel tecrübeleri olduğunu söyleyip “kendi umutsuzlukları, hüzünleri ve sevinçleriydi” gibi yarı- romantik yarı- hamasi ama saf platonik sözlerle her şeyi kişide başlatıp kişide bitiriyor. Çelişki o kadar derin ki; bahsedilen yazarların hepsi de kişisel deneyimlerinden ziyade müthiş gözlem ve yorum yetenekleriyle içinde bulundukları topluma dair yazmışlardır. Yani sadece kişisel deneyimleri değil; yani kendi hüzünleri, neşeleri, utları değil sadece… Yazıya devam edelim. Devamla şöyle deniyor: “Bu anlamıyla diyebiliriz ki bu tarz kurslar, dershaneler bunları nasıl sağlayacak? Kuşkusuz sağlayamayacaktır. En büyük kurs, eğitim kişide başlar. Kişi kendisinde bunu buluyorsa hayat, hayat akışı bir ırmaktır zaten tek yapılması gereken şey o ırmaktan beslenmeyi bilmektir.” Yazarlıkla ilgili şu söylenenlere bakın. Hem cahil, hem mistik, hem nasihatkâr. Bu sözleri söyleyen kim? Bu sözleri bir devrimciden duymak güç. Bu sözler bir devrimcinin değil de bir Şaolin tapınağındaki Budist rahibin sözleri gibi geliyor. Ve kaç kere yanlış bilemiyorum. Neresini düzeltelim acaba? Bizim kuramayacağımız cümlelere örnek diye böyle bırakalım en iyisi.

Bir yazarın gerçek yazar olması için neredeyse ve mutlaka hapishanede olması ya da bir müddet zaman geçirmesini salık veren şu paragrafa ne demeli: “Bakın hapishanelere; edebiyat, kültür sanat vb. alanlarda devrimci tutsakların kendilerini geliştirdikleri en büyük okul durumundadır. Orhan Kemal, Nazım Hikmet ve daha niceleri (mesela hangileri?-bn.) bu koşulları yaşayarak büyük yazar olmadılar mı? Yılmaz Güney hapishanelerde gördüğü, tanıdığı, beraber yediği- içtiği yoksul insanların yaşamlarından beslenmedi mi? (Sanırım beslenmekten kasıt, sanattaki yansıtma olmalı.-bn.) Hiç kimse bunların aksini iddia edemez.” Ne kadar da iddialı. Son cümleden başlayalım. Bu arkadaşın söylediğinin aksine yazar dünyasını ya da adı geçen yazarların hayatlarını ve onların ürünlerini hangi koşullarda yazdıklarını bilen birisi, hele ki hapishaneyi tanıyor- biliyorsa pekâlâ bunların aksini iddia eder. Öte yandan bu bahsedilen yazar sanatçılar hapishanede yazar- sanatçı olmadılar. Onların çoğu zaten yazdıklarından ve o yazmalarına yön veren devrimci faaliyetlerinden dolayı hapishaneye girdiler. Nazım, Sabahattin Ali, Yılmaz Güney, Aziz Nesin… Saymaya gerek var mı? Ve bunların hiçbiri hapishanede başlamadılar sanatsal faaliyetlerine ve sadece kişisel faaliyet- deneyimlerinden dolayı yazmadılar. Bunlar gerçekçi- toplumsal gerçekçi yazarlardı. Bunlar hayatlarının bir döneminde hapishanede bulundukları için bu isimler üzerinden örneklemelerle hapishanelerin bunları yarattığını söylemek ve sanatçı olmak için hapishane “yatmak” gerekiyormuş gibi kabadayı kültüründen örnek ima vermek ne yazarı- yazmayı tanımak ne de hapishaneleri bilmektir. Ayrıca en büyük okulun hapishane olduğunu söylemek tam bir densizlik ve cahillikle cengâverlik karışımı bir körlüktür. Öte yandan hiç hapishaneye girmeyince iyi yazar olunamayacağına yönelen fikri sanırım herkes mahkûm edebilir. Hiç hapishaneye girmeden de estetik düzeyi yüksek toplumcu- gerçekçi ürünler verilebileceğini iddia sahibi arkadaş bile okuma çeşitliliğini arttırırsa görebilecektir.

Şunu bir açıklığa kavuşturalım: Mümkündür ki birisi hapishanede edebiyata- sanata başlamış olabilir. Ve sonra da bu yeteneğini içeride- dışarıda geliştirmiş, sürdürmüş olabilir. Bunun örneklerine en fazla devrimci tutsaklar sahiptir. (Devrimcilerin devrim mücadelesinde hapishaneler özgün mücadele yerleridir ve bu özgünlük onların mücadele araçlarını da etkiler- biçimlendirir. Alanın kapalılığı, darlığı, pratik faaliyetlerin kısıtlılığı, tecrit edilmişliğin duygusal uyarılara etkisi, içe dönük faaliyetlerin mukayese, sorgulama miktarını arttırması gibi etkenler hayata bakışı değiştirir ya da bunlardan birkaçının olmasını sağlar. Bunlar az şeyler değillerdir ve bir yazarın çok zaman ve esasen başvurduğu alanlardır (düşünce alanları). Ama illaki biri ne hapishaneye girdiği için yazar- sanatçı olur ne de birisi hapishaneye girmediği için iyi yazar değildir- olamaz. Sonuç, bireyin yetisine, bilgisine, o disiplinin ihtiyaçlarına sahipliğine, hayatla ilişkisine, çabasına ve bu ölçekte bir dizi etkene ihtiyaç duyup duymadığına göre belirlenecektir.

Ayrıca çok normaldir ki koşullar değiştikçe (mekân, iklim, coğrafya, toplum, ilişkiler) yazar üzerindeki etkiler de değişebilir. Bunlar içinde en iyi koşullara da hapishaneler sahip değildir. Şunu da belirtelim bari: Eğer “en iyi okul bireyin kendi içindeyse” ve “her şey önce bireyde başlıyorsa” mekânın, koşulların değişmesinin –örneğin hapse girmenin- yazara etkisinin olduğunu söyleyen için çelişki değil midir? Bu kararsızlık yazarlarımıza neyi salık veriyor? Hapse girmelerini söyleyelim mi, yoksa “güç içimizde” diyerek mistik âlemlere dalmalarını söyleyelim mi?

Yukarıda adlarını andığımız büyük yazarları öyle yapan şeyin ne olduğuna genel olarak değindik ama onların ne sadece kendilerinden başladıklarını ne de sadece dışsal etkilerini yansıttıklarını söyledik. Hepsinin belli bir dünya görüşü vardı ve onlar hayatı bu görüşleriyle yorumladılar, kişisel özellik- yetenekleriyle iyi gözlemlediler ve ilgilendikleri estetik olanın disiplininin kurallarını yeniliklerle kullanarak (bu diyalektik-materyalist yöntemdir) ürünler verdiler. Olan şey, olacak olan şey, hep olacak olan şey de budur. Bundan fazlası değil. Bunlar hayatın içinde olmak demektir. Ve hayatın içinde olmak hapishanede olmak demek değildir. Eleştirimize konu olan makalenin yazarının romantik duygularla hapishaneleri hayatın merkezi saymasını tutsağın durumu bakımından “anlarım” ama gerçek bundan farklı bir şeydir. Ne yapacağız şimdi? Nesneli ve onun insan zihnindeki etkilerini anlamak mı, yoksa duvarların ardından bakmak mı hayata? Ya da “güç içimizde” mi diyeceğiz hala?

Söz konusu makale dönüp dönüp aynı hataya düşüyor. Buyurun; “Esas nokta: yaratıcı yazarlık coşkusunun insanda başlıyor olmasıdır. Bunun için alınacak eğitim okul sıraları veya seminerler değildir. (Coşkunun eğitimi ne demektir, bundan bahseden kimdir, bilen varsa beri gelsin. Coşkulanmak yeterli midir yazarlık için?- b.n.) Alınacak eğitim; okumak ve okuduğunu anlayıp bilince çıkararak oradan süzüp yeni şeyler üretmektir. (Eğitim bilimine yeni bir bakış! Ya öğretim nedir? Peki, bu arkadaş ikisini birbirine karıştırıyor olmasın? Demek ki her şeyin uygulanması söylendiği kadar kolay olmuyor. İki kitap okuyunca kendimizi her derde devanın bilicisi saymak çok yanıltıcıdır. Elbette kitap okumak iyidir. İnsanı geliştirir, ufkunu açar. Bu genel bir doğrudur. Ama bu alışkanlık neden eğitim- öğrenimin önüne başka olanaklarına engel olsun? Neden insanlığın başkaca geliştirdiği araçları deneyimleri kullanmaktan uzak duralım? Bu yasak kafası ortaçağ kilisesinin yasaklarını çağrıştırdı bana.- b.n.) Eğitim işçi havzaları, grevler, okullar ve kalabalıkların içinde olmaktır. (Demek ki sadece okumakla olmuyor, hayatın içine girmek, onu yaratan kalabalıkların deneyimlerini görmek, paylaşmak gerekiyormuş.-b.n.). Doğayı en iyi ifade edip anlatan kişi, onu duyumsayarak, görerek yaşayandır. (Bu ne demekse…-b.n.) Gerçeğin içinde olan (Hı?-b.n.), aşkı, kavgayı, açlığı, yoksulluğu yaşamın içindeki kendi varlıklarıyla aktarmaktır doğal ve gerçek olan. Bir ağacın hafif bir rüzgârdaki kıpırdanışı, yarattığı heyecanı, onu gözlemleyerek betimleyebiliriz. (Başka nasıl olacaktı ki zaten? Gözleri gören ve zekâ sorunu yaşamayan herkes her gördüğü şeyi betimleyebilir. Neticede görünenin aktarımıdır; ancak zor olan onun edebi bir anlatımıdır. Evet, bugün bunu edinmek ve var olan yeteneğin açığa çıkarılması için eğitim gerekiyor. Evet, sıraların ardı da gerekiyor. Bunu başka süreçlerin karşısına koymadan söylüyoruz. Sıranın ardına her geçen yazar olmaz; ama en azından bu alanla ilgili bilgi edinilmiş olur. Bu bilgi yeteneğin açığa çıkarılması, daha bilinçli kullanımı için kontrolü ve yeteneğin yöneldiği disiplinin kurallarının bilinmesi grevde, kalabalık içinde sağlanamaz. Oralarda hayat tecrübesi edinilir, iyi deneyimler çıkarılır, toplum tanınır, üretimlerin için güçlü şeyler bulursun oradan; ama estetik alanın teknik bilgisini edinemezsin. Estetiğin ne olduğu bilgisine sahip değilsen, sanatsal bakımdan ne faydası olacak kalabalıkta olmanın?-b.n.) İlle de bir eğitim durumu söz konusu olacaksa, bu, ifade gücünü geliştirmek ve güçlendirmek için dil bilgisi ve dilin zengin kullanımına ilişkin bir eğitim olabilir. Bunun için de atölyelere ihtiyaç yoktur zaten. Bol bol okuyarak, yetmediği yerde deyimler, atasözleri hatta sözcüklere başvurarak etkileyici bir anlatım için kelime hazinesi geliştirilebilir. Bu anlamıyla insan kendi kendisinin atölyesi olur. Kendi atölyesinde eğitim görür ve hayata yansıtır.” Şu söylenenlere bakın, şaka gibi. Kendisi nerede yaşıyor ve edebiyatın ne olduğunu sanıyor acaba? Edebiyat bu kadar basit ve küçümsenebilir bir şey midir? Dil bilgisi, deyim ve atasözleri bilmek edebiyat eğitimi için yeter ha?! Vay be! O halde ilkokulu bitiren herkes edebiyatçı olabilir. Bir de yetmezse sözcüklere başvurmak var ki, çok mühim bir tavsiye(!) her yazarın kulağına küpe olmalı(!).

Sanki spiker adaylarına tavsiyeler taşıyan bu yazıların bir devrimcinin kaleminden çıktığına inanmak güç. Elbette bütün işi gücü sözcüklerle olan bir yazara kelime dağarcığını geniş tutmasını salık vermek gereksiz. Ama edebiyat için atasözlerini ve deyimleri bilmek yeterlidir, diye salık vermek etkileyici olabilmek için bunu yeterli görmek, sözlü kültürün, yani feodal kültürün tavrıdır ki, sözlü kültürde dahi sanatçının gelişim için bu kadarı yeterli görülmez. Sayısız eğitimden- öğrenimden geçerler. Ki o kültürden bu yana insanlık çok yol aldı. Sayısız estetik akımlar gördü geçirdi. Ve diyalektik- materyalist sanatçılar toplumcu gerçekçiliği yaratıcı sanat için hali hazırda en gelişkin estetik yönelim olarak açığa çıkardılar. Sanat görüşümüz bu kadar yol almışken hala feodal kültür ögelerini komünistlere salık vermek komünist görüşü anlamamaktır. Zaten “İnsan kendi kendisinin atölyesi olur. Kendi atölyesinde eğitim görür ve hayata yansıtır.” diyerek her şeyi öznelde başlatıp sonra maddeye yönelen platonik bir kafanın idealist görüşlerin tez beri toplumcu gerçekçiliği anlaması hem ona hem de bize haksızlık olur. Son paragrafta “Yeter ki alternatif sunalım insanlara.” derken bahsedilen alternatif, bu idealist görüş değildir umarım. Gerçekten “bunu yapabilirsek, başvurduğumuz amaca da hizmet etmiş” olur muyuz? Bir daha düşünelim. Makaledeki her satır tepetaklak iken “çıkar amaçlı, sömürü çarkı kurularak bunu hayata geçirenler karşısında ses çıkarılmalıdır” cümlesi dahi iç serinletmiyor. Aksine makaledeki bu anti- materyalist görüş karmaşasında neyin çıkar amaçlı sömürü çarkı olduğu ya da neyin lehimize olduğu, belirsizlikten de beter. Bu durumda konuyla ilgilenen okurlara yönelik görüşlerimizi aktarırken konunun önemine denk ciddiyet takınmak çok gereklidir.

Biz düşünceyi nesnel zeminden hareketle bilimsel yöntemle üretilmiş fikri paylaşırız ve daha geçerli düşünce ürünlerini de sahipleniriz. Gerçekleştiren biz olmadığımız için o üretimi ne pahasına olursa olsun eğiliminde olmayız. Hele hele feodalizme özgü kültürel kalıntıyla nasihat vermeyiz. Çünkü nasihat dayatıcıdır. Hiyerarşik ilişkilere özgüdür ve içinde emir özelliği barındırdığından kısıtlayıcı ve kalıba alıcıdır. Eğitimin bu ilkel türü terbiye ediciliğiyle özgür gelişimi, yaratıcı zihinsel ve pratik eylemi engeller. Bütün bunlardan dolayı, nasihat bir bilgeden bir bilgeye dahi verilecek olsa tehlikelidir. Biz mümkün olduğunca çok kaynaktan bilgiye ulaşmanın gayretini vereceğiz; ama bilgisizliğimizle nasihatten kaçınacağız. Hele de geniş kitlelere hitap eden bir yayın organında. (Bir okur)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu