Manşet

Tutsak Partizanlar’dan “Halk Gerçeği”ne yanıt

Not: Aşağıdaki yazı kimi “anlaşılabilir” nedenlerle elimize geç ulaştı. Ancak biz konunun önemi nedeniyle ve ilerici devrimciler başta olmak üzere halkımızı bilgilendirmek amaçlı yayımlıyoruz:

 

Malzemesi Çifte Standart Ve Tutarsızlık Olanın Siperi Sağlam Olmaz

“Halk Gerçeği” isimli yayının 01.07.2012 tarihli 20. sayısında “Savrulma Durdurulamadığında Çürüme Büyüyecektir” başlığıyla bir yazı yayımlanmış, bazı iddialarda bulunulmuştur.

Bahsi edilen yazıda “Özgür Tutsaklar dışındaki CMP (Cezaevleri Merkezi Platformu) bileşenleri ‘Tredmana bağlı faaliyetlere çıkılması’na dair bir karar alıyorlar. Ama aldıkları bu kararın anlamını da bildiklerinden olmalı ‘Tredmana bağlı faaliyetlere isteyenlerin çıkabileceği’ şeklinde belirsiz bir ifadeyle formüle ediyorlar ilkesizliklerini” deniliyor. (Agd, Sf. 28)

Özcesi CMP’nin P/C dışında kalan üç bileşeni (TKP/ML, MLKP, MKP):

1) Tretmana bağlı faaliyetlere çıkılması ve 2) Tretmana bağlı faaliyetlere isteyenlerin çıkabileceği kararını alıyorlar!

Hemen belirtelim TKP/ML davası tutsaklarının alınmış böyle bir kararı bulunmamaktadır. Keza CMP’de de böyle bir karar alınmamıştır. Ümit İlter (Ü.İ) imzasıyla çıkan bu yazı, bizim de içinde olduğumuz üç yapıya mal ederek böyle bir karar alındığını neden söylüyor? Ü.İ., olmayan bir kararı varmış gibi göstermeye nasıl cesaret edebiliyor? Bu nasıl bir sorumluluk duygusu, bu nasıl bir devrimci ahlak, nasıl bir devrimci vicdan ki, kendisinin üretip devrimci örgütlere yapıştırdığı “karar” üzerinden olmadık suçlamalar yapabiliyor? Bu soruları soruyor olsak da bizler bu türden ipe sapa gelmez iddiaların Üİ’nin de içerisinde yer aldığı P/C yapılanması, Halk Gerçeği ve paralel yayın yapan Yürüyüş dergisi için alışılmış söylem ve davranışlar olduğunu biliyoruz.

Böyle bir karar alınmadığını, iddialarını reddettiğimizi belirttik. Bununla birlikte yazıdaki kimi sözcükler (“isteyen çıkabilir” gibi) ve CMP’de nelerin nasıl tartışıldığını bilmemizin avantajıyla söz konusu yazıda anlatılan hikayenin bambaşka bir tartışma ve kararın tanınmayacak biçimde çarpıtılmış hali olduğunu anladık.

P/C’nin katılmadığı, içerisinde bizim de yer aldığımız diğer üç yapının doğru bulduğu ve hakkında karar alınan konu “spor ve kütüphane hakkı”nın kullanılmasıydı. Halk Gerçeği dergisindeki yazıda spor ve kütüphane tek bir yerde olsun yazmaz. Varolan tartışmanın fiili direnişi hücre dışına taşımak anlayışı doğrultusunda ve aynı zamanda tecritte -hadi kendilerinin ifadeleriyle söylersek “gedik açmak” amaçlı- olarak tartışıldığı yok sayılır. Ve neden alınan kararın spor ve kütüphaneye çıkmak olduğu sır gibi saklanır? P/C neden böylesi zavallı, aslı astarı olmayan iddialarda bulunma gereği duyar? Niçin böyle kolaylıkla çürütülebilecek ve çaresizlik içinde yine kendilerinin ifadeleriyle “sol”a(!) saldırır. Böylesi hafiflikler, devrimci yapıları “tretmancı” gibi asılsız, ağır ve haddini aşan biçimde suçlamak için yapılıyor! Bir devrimci yapıda, bir devrimci yayında görmeyi asla arzulamadığımız bir durumdur bu.

Şimdi artık konunun üç yapı tarafından doğru bulunan, P/C’nin katılmadığı, çoğunluk görüşüyle karar haline gelen spor ve kütüphane hakkını kullanma yönündeki karar olduğu biliniyor. P/C’den, Halk Gerçeği’nden (ya da Yürüyüş’ten) ve Ü. İlter’den farklı bir açıklama gelmedikçe söz konusu yazıda bahsi geçen kararın ve bu karar ile ilişkili bütün değerlendirmelerin spor ve kütüphane hakkını kullanma kararımızla ilgili yapıldığını kabul edeceğiz. Değerlendirmemizi de bu ön kabul doğrultusunda yapacağız.

Spor ve kütüphane hakkının kullanımı sorunu zaman zaman CMP tartışmalarının konusu olmuştur. Yeniden gündeme gelmesi ise ağırlaştırılmış tutsakların koşullarının düzeltilmesi için başlatılan, 11 ay sürdürüldükten sonra hiçbir kazanım elde edilmeden yenilgiyle sonuçlandırılan eylemin bitim sürecinde olmuştur. Hemen belirtelim bu süreçte P/C’yi temsilen yapılan idare görüşmesinde sohbete yeniden çıkma, haftalık sohbet süresi, sohbet gruplarının ayarlanması gibi sorunların yanında spor ve kütüphane hakkının kullanılması ve mevcut haliyle düzenlemenin nasıl olduğu sorunu da konuşulmuştur. Ek olarak kurslar, kurs grupları, söyleşiler gibi sorunlar da aynı görüşmede P/C ve idareyi temsilen bulunan kişi arasında konuşulmuştur. CMP’nin diğer bileşenleri P/C temsilcisinin yaptığı bilgilendirmeyle bu görüşme ve görüşmenin içeriğinden haberdar olmuştur.

Hal böyleyken P/C temsilcisi idareyle görüşmesinde -diğer gündemler bir yana- spor ve kütüphane hakkının kullanımını bahis konusu etmişken (ki bunda bir sorun yok, isteyen istediği konuyu gündemleştirir) sonra dönüp dolaşıp iş bahsini üç yapının “tretmancı” olduğu iftirasına vardırılması nasıl açıklanabilir? Bu durum ancak ve ancak adı geçen devrimci yapının, kendisi dışındaki devrimcilere tahammülsüzlüğü ve hapishaneler politikasında izlemiş olduğu yanlış çizgi nedeniyle almış olduğu ağır yenilgiyle açıklanabilir. Çünkü halihazırda F tipi hapishanelerde kendi tutsakları da dahil olmak üzere aynı koşullar altında, düşmanın her türlü saldırısına karşı direniş içinde olan tutsaklara yönelik böylesi bir saldırganlık içinde olmak ancak böyle açıklanabilir.

Küçük burjuvazinin sol-radikal kesiminin temsilcisi olan ve sol oportünist bir siyasal çizgide duran P/C’nin tarihsel pratiği bize göstermiştir ki, özellikle başarısızlıklar, yenilgiler sürecinde dümeni hızla sağa kırıp sağ oportünist bir çizgide konaklamaktadır. Buna “Büyük Ölüm Orucu Direnişi” sürecinde de tanık olduk. Dünya ve ülkedeki koşulları doğru değerlendirmemiş, nesnel gerçeğe sırtını dönüp öznel gücünü aşırı abartmıştır. Az sayıda seçkin, inanmış, militan ve sınırlı kitle desteğiyle düşmanı yenilgiye uğratacağını düşünüyordu. Bu çizgi ÖO’yu sürdürmede ısrarcı olmayı beraberinde getirmiştir. Bu çizgiyle başarı, zafer gelmeyince haftada 10 saat sohbet kazanımıyla 7 yıldır sürdürülmüş olan ÖO direnişi sonuçlandırılmıştır.

Burada durup bir soru daha sormamız gerekiyor. Ü.İ.; “2001 başlarına gelindiğinde o güne kadar dile getirilen F Tipleri kapatılsın talebini yok sayıp uluslararası standartları talep etmeye başlamıştı.” (Ady, Sf 28, boltlar Üİ’ye aittir) diye itham ederken altı yıl sonra altına imza koyduğu “anlaşmayı” yüzü kızarmadan nasıl zafer olarak niteleyebiliyor? Merak ediyoruz! Benzer soruları daha önce de dile getirmiştik. Unutmadan fikri takip yapmak isteyenlere Partizan dergisinin 2010/73. sayısında 7 yıl içerisinde P/C’nin taleplerini gün gün nasıl revize ettiklerini -kendi ifadelerinden- alıntılarla ortaya koyduğumuzu söyleyelim. Bu yazımıza henüz yanıt alabilmiş değiliz. Bu durum bizim için hiç de şaşırtıcı olmayan bir durum ama P/C’ye tarihe böylelikle bir not düşülmüş olduğunu bir kez daha hatırlatalım.

Sohbet hakkının ÖO’nun bitirilmesi karşılığında elde edilmediğini, ilk olarak 18 Ocak 2002 yılında 45 nolu genelge ile kazanıldığını, fakat bu hakkın kullanılması için işyurdu veya sosyal-kültürel faaliyetler olarak belirlenen etkinliklerden en az birine katılma zorunluluğunun bulunduğunu, Aysel Çelikel’in bakanlığı sırasında 9 Ekim 2002 tarihinde aynı genelge üzerinde yapılan düzenleme ile etkinliklerden en az birine katılma şartının kaldırıldığını belirtelim. Sohbet hakkının 2002’deki haliyle 2007’de ÖO’yu bitirme karşılığı düzenlenmiş hali arasındaki tek fark, ilkinde sohbet süresi haftada 5 saat olarak belirlenmişken ikincisinde bu sürenin 10 saate çıkarılmış olmasıdır.

P/C’nin önünde 7 yıl boyunca izlediği sol oportünist çizgiyle hesaplaşma gibi bir görev bulunuyordu. Açık yüreklilikle, küçük burjuva gurur ve kibirden arınmış olarak kendi iç hesaplaşmasını yapmak ve bunu ezilen halklarla paylaşmak tarihin o momentinde ertelenemez bir ödevken, P/C buna yanaşmamıştır. Bildik kolaycı tavrı seçerek başarısızlığını başarı, yenilgisini zafer diye sunmuştur. Ardından kendi dışındaki devrimci ve demokratik güçleri suçlamış, onları sorumlu tutarak direniş kırıcı vb. diyerek, ödenen bedelin ağırlığındaki payı bu güçlere yükleme çabası içinde olmuştur. P/C’nin devrimci ve demokratik güçlere karşı sarf ettiği sözler, sekter ve yıkıcı yaklaşımlar izledikleri sol oportünist çizginin içine düştüğü çıkmazdan, bu çizginin getirdiği başarısızlıktan doğan sonuçtur. P/C, suçluyu kendi dışında arıyor. İzlediği sol oportünist çizginin içine düştüğü çıkmazı, bu çizginin yol açtığı sonuçları, bu sonuçların sorumluluğunu üstlenmiyor, kendi dışındaki güçlere yüklüyor.

Ölüm Orucunun bitirilmesinin hemen sonrası sağ oportünizme çark edişe tanık olmaktayız. Günlük sloganları dahi atmayı bırakmış, daha sonra yeniden başlamıştır. Öte yandan Anadolu-Der isimli “sol-liberal” çizgide bulunan, AB tarafından desteklenen ve fonlanan bir dernekle görüşmeler yürütmüştür. Kurslar, atölye çalışmaları, söyleşi ve çeşitli etkinlikler üzerine tartışmış, bunların örgütlenmesi hakkında öneriler getirmeye çalışmışlardır. Biliyoruz ki Anadolu-Der isimli dernek Avrupa Birliği’nin Türkiye hapishanelerinde yapmak istediği rehabilitasyonun bir aracı olarak işlevlenmiştir. Bundan dolayıdır ki Adalet Bakanlığı, hapishane kapılarını ardına dek bu derneğe açmıştır. P/C “kendi kendilerini tecrit ediyorlar” biçimindeki karşı-devrimci propagandayı boşa çıkartma adına çeşitli faaliyetlerin, etkinliklerin örgütlenmesiyle ilgili bu dernekle görüşmüştür.

Konu tekrar 2008 yılında gündeme gelip tartışıldığında bu dernek faaliyetlerinin tecriti meşrulaştırmaya hizmet edeceği yönündeki eleştirilere P/C şu cevabı vermişti: “Anadolu-Der faaliyetlerine sıra gelinceye kadar tecriti meşru göstermeye hizmet edecek olan o kadar çok şey var ki… derken neleri kastettim? Bu etkinliklere katılabilmemizin gündeme gelebilmesi için 10 saat sohbetin uygulanması şartımız var zaten. Sohbet, kütüphane, berber, açık görüş… tecriti meşrulaştırmaya çalışan bunları da kullanır. Tecrit öyle haftada 3-5 saat 9-10 kişi atölyeye çıkıyor denilip meşrulaştırılabilecek bir olay değildir artık. Ayrıca bu konuda kullanılmayacağı yönlü de garanti aldığımızı da belirtelim yine. Katılmadığımızda da kendilerini tecrit ediyorlar işte, siz de görüyorsunuz… demagojilerine de zemin sunabilir.” (17.06.08, Platform tartışma notlarından) P/C’nin soldan sağa savruluşunun bir özeti var bu sözlerde. 10 saatlik sohbet hakkının sağlanması koşuluyla Anadolu-Der etkinliklerine katılmanın gündeme geleceğini söylemek farkında olsun ya da olmasınlar tretmanı kabul etmektir.

P/C’de tanıdık olduğumuz bu keskin dönüşler küçük burjuva devrimciliğinin eseridir. Ağırlaştırılmışlar eyleminin bitirilme sürecinde de benzer bir dönüş yaşandı. Eylem başarısızlıkla sonuçlandı. (Bu yenilginin nedenlerine girmiyoruz. Konuyla ilgili CMP içi başlayan bir tartışma süreci var. Her ne kadar tartışmanın başladığı tarihten bugüne uzunca bir süre geçmiş ve P/C görüşlerini hala sunmamış olsa da fiilen bir tartışma süreci mevcuttur.) P/C bu süreçte hapishane idaresinden biriyle görüşmede bulunmuş sohbetten kütüphaneye, kurslardan spora değişik faaliyetlere dek bir dizi konu hakkındaki uygulamalarla ilgili görüş almıştır.

2011 yılı Temmuz ayında yapılan bir görüşme hakkında P/C’nin yaptığı bilgilendirmede önümüzdeki dönem politikası olarak hücreden mümkün olduğunca daha çok çıkmayı, bunun için farklı imkanları (spor, kütüphane, kurs gibi faaliyetleri) değerlendirmeye düşündüklerini söylemişlerdir. Bu politika değişikliğinin nedenini ise tutsak kitlesinin durumuyla, tutuklama, serbest bırakılma sirkülasyonunun hızıyla vb. açıklamışlardır.

CMP bileşenleri karara bağlanmak üzere gündeme sohbet konusunu almışlardır. İdareyle yaptığı görüşmeye bağlı olarak P/C’nin gündeme taşıdığı spor, kütüphane ve diğer faaliyetler konusu (örneğin TKP/ML olarak biz spor ve kütüphaneye çıkmayı doğru bulmamıza rağmen o süreçte öncelik taşımıyordu. Kurs vb. faaliyetleri ise zaten düşünmediğimizi iletmiştik) değerlendirip bir karar alma yanlısı değildi bileşenler. Bunun üzerine P/C “spor ve kütüphaneye biz de çıkacağız diye bir karar oluşturmadık henüz. Çıkmayız da demiyoruz. Görüşüyor, bilgi ediniyoruz. Değerlendireceğiz” demiştir. (5 Ağustos 2011 tarihli CMP tartışma notlarından)

Bu tartışmalar uzun bir aradan sonra tekrar sohbete çıkma, spor ve kütüphane hakkını kullanmayı ise daha sonra ele alma biçiminde karara bağlandı. Bu karardan bir süre sonra ağırlaştırılmış tutsakların koşulları nedeniyle bu tutsakların spor ve kütüphaneyi kullanması için CMP’ye bir öneri sunduk. Bu öneri MKP ve MLKP tarafından kabul görmüştür. P/C ise cevap vermemiştir. Önerinin üzerinden bir süre geçince ve değişik defalar hatırlatılmasına rağmen P/C’den bir cevap gelmeyince ağırlaştırılmışlarla sınırlı önerimizi genişleterek diğer tutsakları da kapsayacak biçimde yenileyerek CMP’ye sunduk. Konu tartışılırken ağırlıklı görüş ağırlaştırılmışların spor ve kütüphaneye çıkma kararını almak, diğer tutsakları kapsayacak şekilde genişletmeyi ise daha sonra ele almak yönünde olmuştur.

Spor ve kütüphanenin ağırlaştırılmış tutsaklar tarafından kullanılması CMP’de karara bağlandı. Bu karar oluşturulurken P/C “bizim ağırlaştırılmış arkadaşlarımızın kendileri spor ve kütüphaneye çıkmak istemiyor” dedi. Hakların kullanımı görev ve sorumluluklar çerçevesinde ele alınan bir konu olmayıp, yükümlülük içermez. Kararın oluşumunu engelleyecek bir karşı görüş yerine “bizim ağırlaştırılmış tutsakların kendisi çıkmak istemiyor” denilince çıkmaları yönünde bir dayatma ile P/C’ye gidilemez. Benzer başka örnekler de var. Bu gibi durumlarda belirleyici olan kararın tüzüğe uygun alınıp alınmadığıdır.

Nihayetinde ağırlaştırılmışlar dışında kalan tutsakların spor ve kütüphaneye çıkmaları sorunu 2012 yılı Mart ayında CMP gündemine tarafımızca taşınmış ve karara bağlanmıştır. CMP bileşenlerinden TKP/ML, MKP ve MLKP önerinin lehine görüş belirtmiştir. P/C ise özetle spor ve kütüphanenin tretmana bağlı olduğunu, bu nedenle kullanılmasını doğru bulmadıklarını söylemiştir. Aynı yerde “tretmana bağlı” demekle Disiplin Cezasına bağlı bir hak olduğunu, düşmanın isterse engelleyebileceğini kastettiklerini belirtmiştir. Sohbet dahil kullandığımız hakların disiplin cezası veya idari kararla engellendiğini, buna rağmen haklarımızı kullandığımızı, spor ve kütüphane söz konusu olduğunda disiplin cezasıyla engelleyebileceğinin gerekçe edilip çıkılmamasının savunulmasının haklı ve doğru bir yaklaşım olmayacağı anlatılmışsa da P/C görüşünü korumuş, ikna olmamıştır. Bir konuda farklı düşünüyor olmak kararın alınışına engel değildir. Nitekim tüzüğe uygun olarak karar oy çokluğuyla alınmıştır. Nisan ayından itibaren spor ve kütüphaneye çıkılmaya başlanmıştır.

Aynı süreçte Kandıra 1 Nolu F Tipi’nde kalan CMP bileşeni tutsakları “özgür tutsakların” girişimiyle ve iletişim sorunlarından kaynaklanan bir yanlış anlama ile “Hobi”ye çıkmaya başlamışlardır. Daha sonra MLKP ve TKP/ML tutsakları sorunu netleştirmiş ve “hobi”ye çıkmamışlardır. “Özgür tutsaklar” yerel bileşenin bu kararına rağmen “hobi”ye bir süre daha çıkmaya devam etmişlerdir. Bilgisayar kursuna ise bir hafta çıkmışlardır. Daha sonra bu sorunlar CMP’ye de yansımış, bu ilke timsali dostlarımız bahse konu olan pratiklerinden tornistan etmişlerdir. Kendisi de halen Kandıra 2 Nolu Hapishane’de tutsak olan Ümit İlter’in bu yaşananları bilmemesine imkan yoktur. Ama sanırız ortada koca koca “ilkeli” duruşlar” dururken böyle küçük yol kazaları hatırlatarak hafiflik yapmış oluyoruz!!!

Karar oluşturma sürecinde de karar sonrasında da P/C spor ve kütüphaneye çıkmayacağını söylemiştir. Buna karşılık CMP’nin siz de spor ve kütüphaneye çıkacaksınız diye bir dayatması olamaz. Fakat eğer karar düşmanın bir saldırısına, bir uygulamasına dönükse veya bir eylemle ilgiliyse bütün bileşenlerin karara uygun hareket etmesi, kararı tam ve eksiksiz biçimde hayata geçirmesi bir zorunluluktur.

 

CMP’de ilke kararları oybirliği ile alınır!

Devrimci çalışma içerinde yer almış her devrimci gibi Ü.İ. de devrimci bir örgütün işleyişine dair yukarıda değindiğimiz ilke ve gerekleri biliyor olmalı. Buna rağmen kararı doğru bulmayan bileşenin söz konusu hakkı kullanıp kullanmamada serbest bırakılmasını oportünizm, ilkesizlik olarak değerlendirmesi, “suçluluk psikolojisi”ne yorması bilgisizlikten, devrimci örgüt işleyişine yabancılıktan kaynaklanmıyorsa eğer demagoji yapıyor demektir.

Bilgisizlik, devrimci örgüt işleyişine yabancılık mı yoksa demagoji mi tereddüdümüzü şurada yazıyoruz: Spor ve kütüphaneye çıkma konusunda (tabii Ümit İlter alınan kararın spor ve kütüphaneye çıkma olduğunu gizliyor. Bunun yerine “tretmana bağlı faaliyetler” diye neyi kastettiği anlaşılmayan bir cümle kullanıyor) P/C’li tutsakların ilkesel tavır aldığını, ilkesel gördüklerini yazı boyunca yineleyip duruyor. Önce CMP tüzüğünden bir madde aktaralım. CMP tüzüğü “Karar Alma ve Yaptırımlar” bölümü madde 20: “CMP bileşenlerinden birinin ilkesel olarak kabul ettiği bir konuda karar alınamaz…” diyor. Ü. İlter’in iddia ettiği ve sık sık yinelediği gibi spor ve kütüphaneye çıkmak P/C için ilkesel bir sorun olsaydı, CMP buna rağmen bir karar alamazdı. Bu kararın çıkmaması için P/C’nin “bu bizim için ilkeseldir” demesi yeterli olurdu. Ümit İlter, kendini P/C üstünde görebilir, P/C’nin yanlış hareket ettiğini düşünebilir. Bütün bunlar P/C’nin kendi içerisinde halledeceği meselelerdir. Bizi ilgilendirmiyor. Fakat buradan hareketle Ümit İlter, TKP/ML’ye ve devrimcilere iftira atamaz.

Spor ve kütüphane sorununun gündemleştiği CMP tartışmalarının hiçbirinde soruna ilkesel yaklaştıklarına dair bir vurgu P/C tarafından yapılmamıştır. Dahası 5 Ağustos 2011 tarihli CMP tartışma notunda aktardığımız gibi “spor ve kütüphaneye biz de çıkacağız diye bir karar oluşturmadık henüz, çıkmayız da demiyoruz…” demişlerdir. İlkesel tutum bu mudur? Ağırlaştırılmış tutsakların spor ve kütüphaneye çıkması için yapılan tartışmada ne dediklerini hatırlayalım: “Bizim arkadaşlarımız kendileri çıkmak istemiyor.” P/C’nin ilkeden, ilkesizlikten anladığı bu mudur? Biz P/C’nin olur olmaz her konuda “ilkeseldir” deyip ilkeyi nasıl sıradanlaştırdığını biliyoruz. Fakat konu özgülünde ilkenin adı bile geçmemişken Ü. İ.’in ilkeli davrandık vb. deyip methiyeler düzmesi komedidir. Ya da bir yardım çığlığıdır! Ümit İlter “CMP olarak siz bu kararı bağlayıcı bir karar olarak (tüzüğe rağmen) alsaydınız biz de spora ve kütüphaneye çıkabilecektik. Lakin CMP böyle bir karar almayarak bizi zor durumda bıraktı. ‘Diğer sola’ karşı bir tutarlılık kaygımız olmayabilir. Ama kendi kitlemize karşı var. Ve karar bağlayıcı olsaydı bütün ‘suçu’ sizin üstünüze, çürümüşlüğünüze atarak rahat rahat spor ve kütüphaneyi kullanabilecektik. Kullanmakla kalmayıp kendi çizgimizin doğruluğuna kitlemizi daha az zorlanarak ikna edebilecektik. Çünkü spor ve kütüphaneye çıkmamızı ‘diğer solu’ devrimci çizgiye çekmek için kullanıyoruz diye kendimizi gerekçelendirebilecektik. Biz (P/C) olmadığımızda diğer solun kurda kuşa yem olacağını propaganda edebilecektik. Yanı sıra her fırsatta parçaladığımız birlik zeminini, parçalamamıza rağmen CMP kararıdır, uymak gerekir, birliği korumak gerekir diyerek dağıtmak için fırsat kolladığımız her birlik gibi CMP’yi de savunuyor imajı yaratabilecektik” demek istiyor olabilir. Eğer Ü.İ. ve P/C’nin böyle bir kaygısı varsa, kararın bağlayıcı hale getirilmesi için CMP’ye öneri getirmeleri halinde devrimci sorumluluğumuz gereği öneriyi seve seve destekleyeceğimizi burada belirtiyoruz!

Şimdi Üİ bu yazdıklarımızın yanlış olduğunu bize, Halk Gerçeği/Yürüyüş dergisi okurlarına ispatlasın, ispatlasın ki iftira atmadığı, demagogluk yapmadığı anlaşılsın ya da bizden, Halk Gerçeği/Yürüyüş okurlarından özür dilesin.

 

Disiplin cezaları tretman amaçlıdır. Kendisi değildir!

Ümit İlter “Tretmana bağlı faaliyetler” kapsamı içerisinde ne tür faaliyetler olduğunu yazmamış. Bir faaliyetin tretmana bağlı olmasının ayırt edici özelliğinin neler olduğunu belirtmemiştir. Tretmana bağlı olanı olmayandan ayıran nedir? Bu sorunun cevabına ilişkin en küçük bir açıklama yoktur. Üİ’ye göre spor ve kütüphaneye çıkan örgütleri “tretmancı” yapan nedir? Üİ’de “neden”e dair en küçük bir açıklama bulamazsınız. Neden tretmancı? Neden tretmana bağlı? Üİ’de olmayan cevap için P/C ne diyor? Bir kez daha hatırlatalım: P/C spor ve kütüphanenin tretmana bağlı olduğunu söylemekle mealen disiplin cezasına (iyi hal durumuna) bağlı olmasını kastettiklerini açıklamıştır.

Şimdi burada duralım! Direnişimizi kırmak, irademizi çözmek için düşmanın devreye soktuğu saldırılardan biri de çeşitli haklarımızı kullanmamızı engellemektir. Bunu disiplin cezasına başvurarak (hatta buna bile gerek duymadan bizzat, fiilen engellemeye de giderek) gerçekleştiriyor.

Kullandığımız haklar (ziyarete çıkma, mektup alıp verme, telefon etme, sohbet, spor vs…) düşman için direnişi, direnmeyi cezalandırmanın bir aracına dönüşüyor. Haklarımız yasaklanarak direniş gücümüz, irademiz yıpratılarak fethedilmeye açık hale getirilmek isteniyoruz. En azından düşmanın hesabı bu.

Düşmanı bu saldırı silahından mahrum bırakmak, silahsızlandırmak için bu hakların tamamını veya bir kısmını kullanmamak bir direniş tarzı olarak benimsenebilir. Tam bu anlayış nedeniyle olmasa da F tipleri açıldıktan sonra hakları uzun (ya da kısa) bir dönem hiç kullanmadığımız olmuştu. Ki bu süreçte de P/C 19 Mayıs, 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi faşist Kemalist diktatörlüğün ideolojik-kültürel yeniden üretimleri için kullanılan resmi bayramlarda diğer devrimci tutsaklar çıkmamasına rağmen açık ziyarete çıkmakta bir beis görmemiştir. Sonrasında çıkma tavrı genelleşmiştir. Yani bazı durum ve koşullarda başvurulacak bir yöntem olabilir.

Fakat devrimciler için hapishaneler ve direniş gelip geçici bir sorun olmayıp süreklidir. Kullandığımız imkanlar (mektup, ziyaret vb.) bizim direniş araçlarımızdır. Hem savunma hem de saldırı silahlarımızdır. Hakları kullanmama tavrı kendimizi silahsızlandırmaya hizmet eder. Hakların kullanımıyla direniş arasında, mücadele arasında kurulan bağ tayin edicidir. Direnişten, mücadeleden vazgeçiş uğruna mı bu haklar kullanılıyor? Elbette hayır! Direnmenin bedeli olduğunu, ziyaretin, iletişim hakkının yıllarca yasaklanacağını bilerek direnmek, yasaklar-cezalar karşısında gerilememek, aynı güç ve kararlılıkla direnişi sürdürmek, işte tayin edici olan budur. Düşmanın elindeki ceza silahını işlemez hale getirmek, etkisizleştirmek böyle mümkün olur. Bugüne kadar olan da budur. Şu an birçok F tipinde yüzlerle ifade edeceğimiz tutsak, yılları bulan ziyaret, mektup vb. yasakları almıştır.

Direnişin gücü bedel ödeme kararlılığındadır. Tıpkı örgütlü mücadelenin kefaretinin yılları bulacak hapislik olacağını bilerek örgütlü devrimcilik yapmak, tıpkı gözaltı, saldırı olacağını öngörmekle birlikte bir gösteriye, mitinge katılmaktan vazgeçmemek gibi. Hakların kullanımını amaçlaştırmayız ama bunları kendimize yasaklama tavrına da girmeyiz. Direnişin kefaretini ödemede tereddüt etmeyiz. TKP/ML tutsaklarının soruna yaklaşımı böyledir. Dolayısıyla disiplin cezalarıyla engellenebileceğini bilerek ziyaret hakkımızı da, mektup hakkımızı da kullanıyoruz. P/C’li tutsaklar da disiplin cezalarıyla engellenebileceğini bile bile ziyaret, mektup vb. haklarını kullanıyorlar. Sıra spor ve kütüphaneye çıkma haklarını kullanmaya geldiğinde “bu hakları kullanmayız, tretmana bağlı, disiplin cezaları ile engellenebiliyor” demektedirler. Ümit İlter daha da ileri gidip bunu ilkesel bir sorun olarak gördüklerini, asla kullanmadıklarını ve kullanmayacaklarını söylüyor. Ne diyelim, kolay gelsin…

 

İki cami arasında beynamaz

Peki, P/C’nin gerçeği nedir? Açıklayalım! P/C’nin kullandığı ziyarete çıkma hakkı bazı dönem ve koşullar oluştuğunda engellenebiliyor. Bu durum ve koşullar CİK madde 43’te “Ziyaretçi Kabulünden Yoksun Bırakma” başlığı altında şöyle sıralanmıştır: a) Sayım yapılmasına karşı çıkmak, b) Aramaya karşı çıkmak, c) Sevke, nakle veya bunlarla ilgili alınacak tedbirlere karşı çıkmak, d) Kurumda korku, kaygı veya panik yaratabilecek söz söylemek veya davranışta bulunmak,  (…)

Yukarıdakiler ve daha sıralamadığımız başka eylemler düşman için disiplin cezası vermenin nedeni sayılmaktadır. Bu eylemleri gerçekleştirmemiz halinde bir ile üç ay oranında ziyaret hakkımız yasaklanabilmektedir. Disiplin cezasından hareketle spor ve kütüphaneye çıkmayı tretmana bağlı bir faaliyet olarak değerlendiren P/C, kullandığı bu kriterlerden ziyaret hakkını uzak tutuyor. Kendi oluşturduğu ilkelere karşı keyfi davranmak belkemiksiz oportünizmin en tipik özelliğidir. P/C oportünizmi bu türün nadide örneklerindendir.

İşte bir örnek daha: P/C haberleşme hakkı olarak da ifade edilen mektup, faks, telgraf alma ve gönderme, televizyon izleme, radyo dinleme ve telefon açma hakkını kullanıyor. Sizce disiplin cezası dışında tutulduğu için mi bu hakkı kullanıyor?

Gelin bunu düzenlemeye bakarak yanıtlayalım: CİK Madde 42/2; a) Protesto amacıyla idarece verilen yemeği topluca almama eylemine katılmak.(…) c) Odalarda, eklentilerinde ve diğer alanlarda ilaç ve gıda maddesi stoku yapmak, e) Gereksiz olarak marş söylemek veya slogan atmak…

Bu eylemlerin yapılması halinde disiplin cezası devreye giriyor ve tutsaklar için haberleşme hakkı kapsamında kullanılan olanakların bir kısmı veya tamamı bir ila üç ay arasında yasaklanabiliyor. P/C ya da “tretmancı oldular” diye çığlık atan Ü.İ., bu hakkın kullanımı karşısında “tretmana bağlıdır, istemezük”cülük etmiyor.

Devam edelim, sohbet hakkını ele alalım. Biliniyor, P/C sohbet hakkını zaferinin nişanesi, simgesi sayıyor. Sohbet hakkının korunması, eksiksiz uygulanmasının sağlanmasını dönem açısından mücadelenin merkezine oturtan bir anlayışa sahip. P/C’nin “zaferi”nin nişanesi sayılan sohbet hakkı koşullar konulmaksızın, disiplin cezalarıyla engellenmeksizin mi kullanılıyor? P/C’nin kriterlerine göre soruya olumlu cevap vermemiz gerekir. Peki, gerçekte durum nasıldır? Açlık grevi eylemi içerisinde yer alan tutsaklar eylem içerisinde olduğu sürece “İdare ve Gözlem Kurulu” kararı ile sohbete çıkartılmıyorlar. Sohbetten men ediliyorlar. Son olarak TKP/ML dava tutsakları olarak Mart ayında Kürt ulusal sorununa ve İmralı tecritine dikkat çekmek, Kürt Ulusal Hareketiyle dayanışmak ve de ulusal sorunda kendi çözümümüzü (UKKTH) gündeme taşımak için yaptığımız 15 günlük dönüşümsüz açlık grevinde aynı süreçte eylemde olan PKK tutsakları ile birlikte sohbete çıkarılmamışlardır. Yine geçtiğimiz ay içerisinde yapılan 3 günlük destek açlık grevinde dahi açlık grevi sohbete denk gelen tutsaklar sohbete çıkarılmamıştır.

Fakat sohbetin “tretmana” dahil edilmesi bu son uygulamalarla sınırlı değildir. 2007 yılında sohbet alanlarına takılan kameraları kapattıkları gerekçesiyle birçok tutsağa “İdare ve Gözlem Kurulu” kararı ile (ki tutsaklar böyle bir kurulun olduğunu ilk bu cezalardan öğrenmişlerdir) sohbetten men cezası verilmiştir. 2007 yılında sohbet hakkının kullanımına ara verilince, bu cezalar fiilen uygulanamamıştır. Ancak cezalar hala dosyalarda kayıtlıdır. Cezaların fiilen uygulanmamış olması bu gerçekliği değiştirmez. 2007 yılında sohbete çıkılmaya devam edilseydi ceza alan devrimci tutsaklar belli bir süreliğine bu hakları kullanamayacaklardı. Yine hükümlü ile tutuklu aynı sohbet grubuna verilmiyor. Keza genç-yaşlı ayrımıyla da sohbet grupları ayrıştırılıyor.

Açlık grevi eylemcisine yasaklanan, hükümlü-tutuklu, genç-yaşlı diye tutsakları tasnif edip ayrıştırılarak kullanılan sohbet hakkı için “bu tretmana bağlıdır, istemezük” denmiyor. Ne yapıyor P/C? Sohbet hakkını kullanabilmek için merkezi kampanyalar düzenliyor. 7 yıl boyunca sürdürdüğü ÖO’yu mevcut sohbet hakkına “artı 5 saat” eklemekle sınırlı bir kazanımı şanlı ÖO’nun hedefi buymuş gibi zafer diye sunarken düştükleri trajik durum yetmemiş gibi diğer devrimci yapıları tretmancı diye suçlamak amacıyla oluşturdukları kriter sayesinde zaferlerini tretmanlı bir zafer haline dönüştürüyorlar.

Ama sıra spor ve kütüphaneye çıkmaya geldiğinde P/C’de 180 derecelik bir dönüş yaşanıyor. CMP’de karar haline gelen, P/C’nin kullanmadığı, TKP/ML, MLKP ve MKP tarafından kullanılan spor ve kütüphaneye çıkma hakkı konusunda önce yasal düzenlemeye bakalım: CİK Madde 40/2; a) İdarenin izni olmaksızın yasak yerlere girmek (…) e) Kurum görevlilerine karşı uygunsuz söz sarf etmek veya davranışta bulunmak, g) açlık grevi yapmak.

Bunlar ve daha aktarmadığımız başka eylemlerde bulunmak disiplin cezasının konusu edilmektedir. Bu gerekçelerle spor sahasına ve kütüphaneye çıkışı 1 ila 3 ay arasında engelleyebilmektedir.

Görüldüğü gibi diğer haklar gibi spora ve kütüphaneye çıkmak da düşmanın disiplin suçu addettiği bir takım eylem ve davranışlar sonucunda engellenebiliyor. Düşman diğer haklarda olduğu gibi spor ve kütüphaneye çıkmayı da tutsaklar üzerinde bir yaptırım aracı olarak kullanmak istiyor. Devrimci tutsaklar ise yaptırımlara boyun eğmeden direnişin gelişip güçlenmesi uğruna tereddütsüzce hakları feda etmekten kaçınmıyorlar. Direniyorlar, direnişi sürdürüyorlar.

P/C spor sahası ve kütüphanenin kullanılmasına gelinceye dek bahsini ettiğimiz hakları kullanmada bir beis görmüyor. Fakat spor, kütüphane söz konusu olunca birden “istemezük”cü kesiliyor. Sorun istemezükcü olmasında değil. Kullanır veya kullanmazlar. Kendilerinin bilecekleri bir şeydir. Sorun bunu gerekçelendirmelerindedir. Nedenini koyuş biçimlerindedir. Disiplin cezasıyla engelleme özelliği var, dolayısıyla tretmana bağlıdır; bu nedenle kullanmıyoruz diyorlar. Bu kadarla sınırlı kalsa P/C’nin aşina olduğumuz çifte standartlarından biri derdik ve bu yazıya da ihtiyaç duyulmazdı. Fakat durum P/C’nin belkemiksiz oportünizminden çıkıp partinin (ve diğer devrimci yapıların) tretmancı olduğu, direnmediği, tecriti ve tretmanı meşrulaştırdığı gibi suçlamalara, ne dediğini ne yazdığını bilmeyen sorumsuzluklara dönüşünce iş değişiyor.

 

Gerçekleri kavramamanın dayanılmaz hafifliği

Ü.İ., spora ve kütüphaneye çıkma kararımızın ve uygulamamızın “direnmiyorlar, teslim oldular” lakırdısına malzeme yapmak için “mal bulmuş mağribi gibi” üzerine atladı. Bunun bir nedeni kendilerini direniş uzmanı saymaları, bir nevi “zindan komiseri” görmeleridir. Kafalarına göre norm koymalarıdır. Kendilerine dair bu yanılsamalı yaklaşım onları rahatça kalem oynatmaya götürüyor. Fakat ayrıca tretmanı, tretmana bağlı faaliyetler sorununu yanlış kavrama durumu da söz konusudur.

Direnişi, direnmeyi geriletmek, ezmek için disiplin cezası araç olarak kullanılmaktadır. Bu cezalandırma olgusu elbette tretman politikasıyla ilgilidir. Ceza, bir caydırıcılık aracı olarak işlev görüyor. F tiplerinde disiplin cezalarına yoğun olarak başvurulması direnmeden, direnişten yana caydırıcılığın yakalanması içindir. Tretman kendisini cezalandırma imkanının varlığında göstermez. Cezalandırma tretmanı değil, direnmeyi, direnişin varlığının gösterir.

Hakların kullanımı; örneğin spor hakkının kullanılması kimi yaptırımları kabul etme, düşmanın iyileştirme programlarından bazılarına dahil olma karşılığında çıkılıyor olsaydı ya da sohbet hakkı için örneğin grup eğitimi, bireysel ya da toplu terapi vb. etkinliklere katılma koşulu getirilseydi ve bu kabul görseydi o zaman tretman kapsamı içerisinde hareket edilmiş olunurdu. Oysa kullanmış olduğumuz hakları bir ön koşulu yerine getirme zorunluluğun karşılığı olarak değil, aksine bu tarz koşullara cepheden tavır olarak kullanıyoruz. Bu koşullarda disiplin cezası kullandığımız hakları tretmana bağlı haklar sınıfına sokmaz. Bir iyileştirme/ıslah etme programına katılım ve bu programlara olumlu cevap verme karşılığı/ödülü olarak düşman tarafından bahşedilen imkanlar, haklar vs. söz konusu değildir. Dolayısıyla P/C’nin hakların kullanımıyla tretmana bağlı olma sorunu arasında kurduğu bağ, oluşturduğu kriter doğru değildir. P/C tretmanı, tretmana bağlı olma sorununu yanlış yerde arıyor.

Biz burada şunu vurgulamayı da gerekli görüyoruz. Sohbet, spor, kütüphaneye çıkmakla diğer haklar (ziyaret, mektup vb.) arasında bir ayrım yapmak ya da farkın olduğunu bilmek gerekiyor. Sohbet, spor, kütüphane tecritin yaratmış olduğu basıncı belli ölçülerde düşüren hava delikleridir. Ortak alanlar kullanılırken bir sosyalleşme gereksinimi, kaygısı giderilmiş oluyor. Tam da bu özellikleri nedeniyle ortak alan kullanımına denk düşen haklar, tecriti meşrulaştırmasa bile yapılandırılmasına hizmet etme gibi bir özelliğe sahiptir. Bu gerçeği yok saymak, görmezden gelmek olmaz. Biz bu hakları,  içerdiği bu gerçeğin bilincinde olarak kullanıyoruz. Zindanların uzun soluklu bir mücadeleyi şart koştuğunu, tecrit koşullarını ortadan kaldırmak için yürüttüğümüz direniş ve mücadelede kullandığımız kimi imkanların/hakkın (bazı negatif özellikleri olsa da) esas yönünün direnişi güçlendiren mahiyette olması nedeniyle sözünü ettiğimiz hakları kullanmada bugün için bir yanlışlık görmüyoruz. Bu noktayı da geçerken vurgulamış olalım.

 

Üİ gördüğü düşü hayra yormamalıdır!

Yazı boyunca P/C’nin çelişik, tutarsız gerçekliğine ayna tutmaya çalıştık. Bu nereye dokunsan dökülen, kendi kendini çürüten haller çifte standartçı, “işine ne gelirse o”cu yaklaşımlar P/C’nin kaçınılmaz halleridir. Sorulması gereken soru bizce şudur: P/C’yi dramatik bir duruma düşürme pahasına Ü.İ.’yi bu çıkışı yapmaya götüren neden nedir?

P/C, büyük ölçüde kendini hapishaneler sorunu üzerinden üreten bir yapıdır. “Herkes teslim oldu. Biz direndik!” retoriği P/C’nin kalkış noktasıdır. Bu söylemde, direnen P/C, kaçan, teslim olan, direniş kıran ise diğer devrimci yapılar ya da P/C’nin o çok sevdiği tabirle “diğer sol” oluyor. P/C binbir gece masallarına dönüştürdüğü bu aldatıcı anlatıyla kitlesine sesleniyor. Örneğin yıllarca “bu topraklarda ölüm orucunu gerçekleştiren ilk örgütüz, kimse cüret edemezken biz yaptık” gibi cümleler yazıp durdular. Bunu 1982-1984 arasında Amed zindanında gerçekleşen üç ayrı ÖO eylemine, bu eylemleri örgütleyen TKP/ML, PKK, Rızgari.. yapılarına, bu yapılar adına ÖO’ya katılmış ve halen yaşayan devrimcilere ve yine bu ÖO eylemlerinde şehit düşen Kemal Pir, M. Hayri Durmuş, Ali Çiçek, Akif Yılmaz’a rağmen söyleyebilmiştir.

Kendi sesinden başka bütün seslere kulağını kapatan, kendisinin gerçeğini biricik gerçek olduğunu sanan ve hayatın bundan ibaret olduğuna kitlesini inandırmaya çalışan her yapı gibi P/C de bunu fazla götüremez. Nitekim “ÖO’da ilk olma” meselesinde olduğu gibi daha fazla direnememiş ve Amed eylemini kabul etmiştir! Fakat bu ve benzer yüzleşmeler P/C’de gerçeğe saygılı olma tavrı gibi kalıcı etki yaratamamıştır. O, bildiği gibi devam etmiştir. Bunun belirleyici nedeni kendini üretmesinde hapishaneler sorununun yerine ikame edebileceği bir aracı (gerçi günümüzde vatan savunuculuğu üzerinden bir antiemperyalizm, “Tam Bağımsız Türkiye” söylemi tutturmuş görünüyorlar) henüz yaratamamış olmasındadır.

Büyük ÖO eyleminde izlemiş olduğu sol oportünist politika, sonuçları ağır olan bir yenilgiye yol açmıştır. P/C ise yenilgi değil zafer, izledikleri çizgiyi ise yalnız değil tek doğru çizgi olarak sunmada ısrar ediyor. Yalnız bu da değil, sol oportünist çizgisinin peşine takılmayan, kendi eylem çizgilerini uygulayan, doğru buldukları zamanda ÖO’ya başlayan, şehitler veren ve yine kendileri doğru buldukları zamanda ÖO’yu bitiren devrimci yapıları suçlu, teslimiyetçi vb. olarak ilan ediyor. Hatta daha ileriye gidip şehitlerinin fazla olmasının nedenleri arasına koyuyor.

Ve P/C bu tersyüz edilmiş gerçeği örgütsel, siyasal ve pratik açıdan kendini yeniden üretmenin nesnesi olarak kullanıyor. Haliyle mecburen Ü.İ.’nin yaptığı gibi hayali sorunlar üreterek, kaşıyarak tersyüz edilmiş olsa da o “gerçeği” gündemde tutuyorlar!…

 

Tekirdağ 1 Nolu F Tipinden Tutsak Partizanlar

 

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu