Makaleler

SEÇİMİMİZ DEVRİM İÇİN; İSYAN BÜYÜSÜN, ÖZGÜRLÜK KAVGASI YÜRÜSÜN!

12 Haziran’a doğru zaman daraldıkça kızışan politik zeminin, hem pratikte hem de söylemde egemen sınıf temsilcilerini getirdiği nokta, durumu daha ayan beyan ortaya çıkaran veriler sunmaya başlamıştır. AKP, başta Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm sözcüleri eliyle hırçın ve saldırgan tavrı üst düzeye çıkarmış, CHP ve MHP sözcüleri ise toplumsal muhalefete olabildiğince yaranmaya çalışan bir duruş ve üslup benimser olmuştur. Kırmızı çizgileri ifade eden temel sorunların esasında vazgeçilmez ortaklık sürmektedir ama bütün gericiler tarafından “önemli adım”, “açılım” diye anılan açıklama ve yaklaşımların gösterildiği bir tablo ortaya çıkmıştır.

İmralı ile görüşmeleri eskisi gibi gündem yapmayan, dahası “kabul edilebilir” bulan, AB özerklik şartından, Anayasa’daki vatandaşlık tanımına uzanan bir “reform” paketi ortaya atan CHP ile “silah bırakma” koşuluyla da olsa PKK ile görüşme yapılabileceğini savunma noktasına gelen MHP’nin tutumu, sorunun kendini hangi boyutta kendini dayattığını göstermektedir. Kumanda mevkiinde oturma konumuna sahip AKP’nin “tıkanma” yüzünden azgınlaşan bir saldırganlıkla ve öze daha çok yaslanarak “aksi” yönde bir tavrı büyütmesinin nedeni de aynıdır.

AKP, kırıntılarla aldatma, yüklenerek bertaraf etme ve oyalayarak elimine etme (kısacası tasfiye) politikasında tükenme aşamasına gelmiştir. Artık yeni hamlelerin geliştirilmesi, daha farklı atraksiyonların yapılması, “tasfiye”nin başka yöntem ve araçlarla sürdürülmesi gerekmektedir ki gömüldükleri çaresizlik batağını, bu açmaz tarif etmektedir. Seçimler ki dönemsel politika ve taktik adımların geliştirilmesi için platform olma vazifesi görürler, “irade”ye yaslanmak ve “güven tazelemek” adına ortaya çıkacak fırsatın en iyi biçimde değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda, Tayyip’in benzetmesiyle, “sırtında yumurta küfesi olmayan” CHP ve MHP’nin önceye göre “ileri” şeyler söylemesinin görünür yüzünde “muhalif” bir tavır yazsa da arka yüzünde “vize” mührü bulunmaktadır.

Öfkenin sınırlar aştığı, kitlesel gücün tahammül ötesi büyüdüğü, direnişin yayıldığı ve süreğen bir hal aldığı, ilerici, demokrat, devrimci hareket ve çevrelerle daha fazla bütünleştiği bir atmosferin, egemen sınıflar için ne kadar boğucu olduğu, nefes almakta zorlandıklarını her vesileyle teyit eden tutumlarından bellidir. Bu durumların faşist diktatörlüler için klasik refleksi, saldırının, baskı ve terörün dizginsiz bir hal almasıdır ki uzun bir zamandır yapılan budur. Bu zulmü koyulaştırma politikasının, giderek “tehlikeli” hal almaya başlayan isyan dalgasını kırmak gibi pratik bir işlevi olduğu kadar, “çözüm” adına geliştirilecek yeni tasfiye sürecindeki kozları besleyici bir rolü de bulunmaktadır.

Silahlı mücadele alanında istediği sonuçları elde edemeyen TC devletinin, bu yetmiyormuş gibi “demokratik” ve meşru mücadele zemininde de başa çıkamadığı ve gelişimini engelleyemediği bir güç ve onun kaynağı olan “sorun” karşısında, duvara dayanma noktasına gelen bir gerilemesi söz konusudur. Bunun en çok farkında olan kendileridir ve hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, Mübarek, Kaddafi ve Esad’a “reform yap” “af ilan et” ve nihayet “çekil” çağrıcıları arasında bulunmalarının ne kadar “hazin” ve “yaman” bir çelişki oluşturduğunu görmedikleri söylenemez. Onlar açısından mesele, uzun bir süredir Türkiye toprakları üzerindeki hükümranlık ve mülkiyet haklarından taviz vermeden sorunun hallidir. Yoksa bu seferki isyanın öncekiler gibi bastırılma şansı kalmadığını anladıkları tarih o kadar yakın değildir.

Bunun nasıl olabileceğine dair bütün hesaplar, Ankara’ya bırakılamayacak kadar çaplı her hadisede olduğu gibi, emperyalist karargâhlar üzerinden netleşecektir. Sorunu kendi inisiyatifleri ile çözmek için klasik tutumları (militarist, terörist), işin içerisine “din” vb. faktörleri de katarak tipik köylü kurnazlığı ile devreye sokanların, heybeden çıkaracakları tavşan da kalmamıştır. Hem zor (silahlı mücadele) hem de kitlelerin muazzam ölçüler alan direnişi oyunu bozmuştur. Seçimlerin, 12 Haziran sonrasındaki hamleler, politika ve taktikler için değer oluşturacak sonuçları, bu yüzden çok önemlidir ve sonuna kadar asılma, her türlü yöntemle etkileme çabalarının ardında bu yatmaktadır.

Ne var ki egemen sınıfların içinde bulundukları durum, pek doğal ki Kürt sorununu aşan boyutlardadır ve aynı tansiyonda olmasa da büyüyen ve güçlenen bir öfke dalgasından söz etmek gerekir. Bunun hemen her gün gerçekleşen protesto ve direniş eylemlerine yansıyan renkleri kızıl motifler taşımaktadır. Sınıfsal bir çizginin hükmetmediği kitle hareketlerinin, politik iktidara karşı her yönelimi bu içeriktedir ve desteklemeden öte bizzat (mü)dâhil olmayı gerektiren bu durumun aciliyeti ve yakıcılığı büyümektedir. Artık ülkenin birçok bölgesinde ve bir dizi işyerinde sürekli direniş ve eylem örgütleyen işçi ve emekçiler önde gelmek üzere, öğrenci gençlikten çevrecilere, kadınlardan Alevilere, meslek kuruluşlarından çeşitli azınlık gruplarına kadar, sistemle sorunu bulunan bütün sınıf ve kesimler tepki vermektedir.

Egemen sınıf partilerinin seçim mitinglerinde on binler hatta yüz binlerce kişiyi toplayabilmesinden yola çıkarak kafasında daha farklı bir algı ve kurgu oluşturanlar, umutsuz halleri için en geçerli ve ama en klasik (“bu halk adam olmaz”) sığınağa girmişler demektir. Bu sığınağın mezar haline gelmesi kolaydır ama ondan daha “kolayı” gerçek olgularla doğru biçimde ilgilenerek cendereden çıkabilmektir. Gerçekler, tipik ortaoyunu havasında liderlerinin birbirine aşağılık bir dille (ve kaset vb. yöntemlerle) sataşması üzerinden yaratılan rekabet ve çekişme ortamındaki saflaşmanın esiri olarak yönelim gösteren ya da düzenden ümidini kesmeyen büyük mağduriyet altındaki kitlelerin “yönlendirilmiş” tercihleri üzerinden değil, her türlü bedeli ödeme pahasına sistemle çatışanların oluşturduğu dinamizme bakılarak görülebilir.   

Gerçekler, dağlarda, sokaklarda, meydanlarda, fabrikalarda, amfilerde, hayatın her alanında resmi ve sivil faşistlerle kıyasıya çatışanların oluşturduğu mücadele ve direniş hattında yazılıdır. Kocaeli’nden Dolmabahçe’ye, Hopa’dan Kızılay’a çekilen hattın gerisinde milyonların öfkesi ve tepkisi vardır. Bunun, giderek daha geniş kesimleri aktif kılması ve sistemi sarsan, dahası sallayan bir boyut kazanması için doğru kumanda ve örgütlenmeye duyduğu ihtiyaç açık biçimde kendini göstermektedir. Bu zafiyetin kendiliğinden giderilemeyeceği, bunu gerçekleştirme adına ortaya çıkan fırsatları değerlendirebilmenin de ancak içeriden olabileceği ortadadır.

Tam da bu nedenle Kürt halkının yürüttüğü mücadelenin etkin ve canlı karakterini, aynı zamanda örgütlülüğe borçlu olduğunun altını çizmek gerekir. Bir kısım politik çevrenin yana yakıla övgüler düzmek durumunda kaldığı Kürt halkının direniş ve mücadelesini, nasıl olur da örgütlü kimlikten kopardığı, kendiliğinden bir olguymuş gibi yansıtmaya çalıştığına akıl sır erdirmek mümkün değildir. Politik hattının reformist olması, düzen içi çözümlere bağlanan bir yönelim tutturması, sistemle sıkı ve dişe diş bir savaş ve kavgaya tutuştuğu gerçeğini karartamaz. Bu bağlamda, sisteme karşı direngen ve kararlı bir mücadelenin ancak komünist ve devrimcilere mahsus olduğuna dair görüş ve düşüncelerin doğru olmadığı da açıktır. Sorunu nihai nokta/aşama üzerinden tartışmak, tutarlılık ve uzun vade ekseninde sorgulamak, sınıf mücadelesi gerçekliklerinden bihaber olmanın eseridir. 

“Arap baharı”na selam duran, Latin Amerika’daki mücadelelerden dem vuran, hatta çok daha sınırlı ve lokal eylemleri kendileriyle ilgisi oranında alabildiğine abartıp süsleyenlerin, Kürt Ulusal Hareketi önderliğindeki mücadeleye karşı geliştirdiği gözü kapalı, küçümseyici ve çarpıtıcı yorum ve yaklaşımların özünde, kendi karakterlerini ele veren bir (sosyal) şovenizm gerçekliği vardır. Bugün egemen sınıfların bütün klikleri tarafından “etnik milliyetçilik” yaftasıyla karalanmaya çalışılan direniş ve kalkışmaya karşı geliştirilen imhacı ve inkârcı politikalara, aynı tema üzerinden destek verenler, hiç kuşku yok ki karşı devrime hizmet etmektedir.

Kürt halkının ulusal mücadelesinin kayıtsız şartsız desteklenmesi gereken “demokratik” özü, sisteme yönelen, onun temellerini bozan ve sarsan niteliğinden kaynaklanmaktadır. Bu politikayı seçimlerle sınırlı olarak görenler, seçimlere yönelik taktik bir ittifak ya da destek olarak algılayanlar sorunun esasını kavramayanlardır. Seçimlere yönelik tavır taktik niteliktedir ama hiçbir taktiğin stratejinden kopuk ele alınamayacağı, dönemsel sürecin ayrılmaz parçası olduğu gerçeği anlaşılamamaktadır. Bu anlamda seçimlerde izlenen politikayı basitleştirmek, boykot vb. tutumlarla arasındaki farkı önemsiz bir raddeye düşürmek, yine konunun özünü zerre kadar bilince çıkaramamanın ürünüdür. Desteğin farklı kulvarlarda bulunarak verileceği bir süreç yaşanmamaktadır. Destek, aynı safta durarak verilmeli, direniş mevzilerine birlikte girilmelidir. Doğru yönde gelişim için etkili olabilme şansının ancak bu biçimde yakalanabileceği unutulmamalıdır.

Bu konudaki politik tavrın derinliğini ve çok yönlü hedeflerini anlamayanların tutumu, adayların niteliği tartışması ve onların parlamentoda ne yapıp yapamayacaklarıyla ilgilenen bir tavırda da kendini göstermektedir. Aday olarak sözü edilen ve nihayetinde milletvekili olacak kişileri ve onların parlamentodaki tutumunu ortaya çıkaran ve belirleyecek olan, mücadelenin kendisidir. Geçtiğimiz dönem parlamentoda yer alan BDP’lilerin hem meclis platformu hem de diğer alanlarındaki tavrını/performansını, onların kişisel nitelikleriyle açıklamaya çalışanlar fena halde yanılıyorlar.

Şerafettin Elçi’den Altan Tan’a, Ertuğrul Kürkçü’den Leven Tüzel’e Ulusal Hareket çizgisinin takipçisi olmayan kişilerin seçim platformunda ve hiç şüphe olmasın ki devamındaki süreçte tutturduğu/tutturacağı dil ve söylemin, süre giden kitle mücadelesinden kopuk biçimde şekillendiğini/şekilleneceğini kim söyleyebilir? Bu adayların hangi savaş ve hangi bedeller üzerinden yaratılan potansiyelin ürünü olduğu, esas olarak kimler tarafından seçileceği ortadayken, sorunu başka hususlar üzerinden değerlendirmeye kalkmak, kasıtlı değilse en hafifinden büyük bir aymazlıktır. 

Bunların kimliği ya da parlamentodaki bireysel performansı elbette önemlidir ama bizim asıl tartışmamız gereken nokta bu olmayacaktır, olmamalıdır.  

Açık ve aktif bir tutumla taraf olunması gereken bir süreç yaşanmaktadır. Asıl cepheleşme olgusu egemen sınıf klikleri arasındaki dalaşmada değil, Kürt Ulusal Hareketi’nin yürüttüğü mücadelenin damgasını vurduğu, işçi, emekçi bütün ezilenler ile sömürücü ve ezen sınıflar arasında şekillenmiştir. Somut şartlar bunu göstermektedir. Tahlil buna göre yapılmak, duruş buna göre belirlenmek durumundadır. Toplumun ilerici, demokrat çok sayıda kişi ve çevresinin bunun ayırtına vararak tavır belirlemesi ve saf tutması hafifsenecek bir olgu değildir. Bunun şovenizmle adamakıllı zehirlenmiş bir toplumsal gerçeklik içerisinde taşıdığı anlam/değer doğru görülmelidir. Bunun, birçok başka saflaşmada yaşananlardan çok daha ağır bedelleri gerektirdiği de iyi anlaşılmalıdır.

12 Haziran seçimleri kadar, sonrasına dair tahmin ve yorumlar da yoğun biçimde yapılmaktadır. Bunun nedeni seçimlerde ortaya çıkacak sonuçları basamak olarak kullanacak faşist Türk devletinin devreye sokacağı çeşitli saldırı ve tasfiye planlarının daha görünür hale gelmiş olmasıdır.  Tayyip’in “yerli savaş uçağımız ve helikopterimiz geliyor” sloganını seçim propagandasında öne çıkarması ve Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı şiddet dili ve pratiğine gaz vermesiyle, genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının Dersim’e yaptığı ziyaret, durumun daha somut görünür olması için birbirini tamamlayan özellikler arz etmektedir. Savaş kabinesini tahkim etme amacında olanların, başkanlık sistemini getirmek de dâhil faşist yönetsel yapıyı daha otoriter ve baskıcı (totaliter) bir niteliğe kavuşturma planıyla hareket ettiğini de tespit etmemiz gerekir.

Buna temel gerekçe oluşturan, sınıf mücadelesindeki yükseliş trendinin rejimi “tehdit” olgusunu büyüten gerçekliğidir ve önümüzdeki sürece esas damgasını vuracak olan da budur. CHP ve MHP’nin seçim propagandalarında “esneme”, hatta “yenilik” ve “değişim” diye kodlanan program ve “reform” ilanları da aynı kaygının eseridir ve “alternatif” olmaya çalışmak, bu tehdide karşı konumlanma üzerinden anlam kazanmaktadır. Sorun, yalnızca güneydeki komşu coğrafyayı saran isyan dalgası ile değil, Yunanistan, Portekiz ve İspanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerine bulaşan “öfke” rüzgârlarıyla (29 Mayıs’ta 100 Avrupa kentindeki protesto gösterileri) da yakından ilgilidir.

Tahtı korumanın güçlüğünü iliklerine kadar hissedenlerin telaş ve paniği boşuna değildir. “Eşkıya” yalnızca Kürt illerinde değil artık Hopa’da, Ankara’da, İstanbul’da, ülkenin dört bir tarafında cirit atmaktadır. Seçimler, bunun daha da ileri noktalara taşınması için güç veren, zemin hazırlayan sonuçlar doğurmalıdır. Umudu beslemek ve zalimlere korku salmak için, saflar sıklaştırılmak, ezilen halk ve ulusların mücadelesi, destek ve dayanışma içerisindeki aktif ve militan bir pratikle büyütülmek zorundadır…

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu