GüncelMakaleler

MAKALE | KORONA VİRÜS GÖLGESİNDE SAVAŞ MI, DEVRİM Mİ ESAS AKIM?

"Emperyalist sistemi meydana getiren her bir emperyalist devlet ve onların başka emperyalist devletlerle oluşturdukları güç odakları arasındaki çelişki ve mücadeleyi yadsıyamayız"

Birçok devrimci parti üçüncü dünya savaşının ufukta göründüğü tezini savunmaktadır. Emperyalist sistemde baş gösteren her ekonomik kriz, bunun kanıtı olarak ortaya konulmaktadır.

Bu tezi savunan kesimlerin düşüncesine göre “savaş esas akımdır.” Ancak ayrıntıya girmemektedirler. Örneğin böyle bir tespit yapıldığına göre savaş kışkırtıcıları ve “barışı” savunanlar hangi emperyalist ülkelerdir? Bu konularda ortaya konmuş somut veriler yoktur.

Bir teze göre de Ortadoğu’daki, özellikle de Suriye’de süren savaşın “üçüncü dünya savaşı” olduğunu savunanlar vardır ve bunlar da başka bir cephede durmaktadır.

İkinci tezi savunanların görüşünü bir yana koyarak konuşacak olursak; savaşın esas akım olduğunu savunan devrimci partilerin kendi ülkelerinde ve dünya çapında görevleri nelerdir? Bunlara ilişkin ortaya konan somut tezleri de okuyabilmiş değiliz. Savaşın esas akım olması, stratejik bir değişikliği birlikte getirir.

Uzun bir süredir üçüncü dünya savaşının çıkacağı tezi üzerinden yapılan tartışmalar koronavirüsün tüm dünyayı etkisi altına almasından bu yana, bazı dallarda üretime ara verilmesi, sınırların kapanması ve ticaretin düşmesiyle birlikte; artan işsizlik, iflaslar ve kapitalizmin kar oranının düşmesiyle savaş tehlikesinin daha somut bir hale geldiği tartışmasına yol açtı. Emperyalist kapitalist sistemin derinleşen ekonomi krizi beraberinde savaş tezini yeniden gündeme getirdi.

Lenin, emperyalist savaşların kaçınılmaz olduğunu ekonomik ve politik olarak ortaya koydu. Başka ülke topraklarının işgali ve sömürgelerin yağmalanması kapitalist devletlerce sık sık yapıldı.

20. yüzyılın başlarında kapitalizm, gelişmesinin en üst aşaması emperyalizme ulaşınca emperyalist savaşlar da kaçınılmaz oldu. Kapitalizmin son eşiği olarak emperyalizmle birlikte, tekel ve banka sermayesi kapitalist devletlerin yaşamında belirleyici duruma geldi.

Bu süreci uzunca bir alıntıyla somutlayalım:

“Finans-kapital, kapitalist devletlerde evin efendisi oldu. Finans-kapital yeni pazarlar, yeni sömürgeler, yeni sermaye ihraç alanları ve yeni hammadde kaynakları talep ediyordu. (…) Dünyanın yeniden paylaşımı uğruna mücadele emperyalist savaşı kaçınılmaz kıldı. 1914 savaşı dünyayı ve nüfus alanlarını yeniden paylaşma uğruna bir savaştı. Bütün emperyalist devletler uzun süreden beri buna hazırlanıyorlardı. (…) … bu savaşa özellikle, bir yanda Almanya, ile Avusturya, öte yanda Fransa ile İngiltere ve onlara bağımlı olan Rusya hazırlandılar. (…) Emperyalist savaş hazırlığı Almanya, İngiltere ve Fransa’dan sömürge alma, Rusya’dan da Ukrayna’yı Polonya’yı ve Baltık illerini koparma hedefini güdüyordu.

Bağdat demiryolunun inşasıyla Almanya, İngiltere’nin Yakın Doğu’daki hakimiyetini tehdit ediyordu. Almanların denizdeki silahlanmasının artışı da İngilizleri korkutuyordu. Çarlık Rusya’sı Türkiye’nin paylaşılması için uğraşıyordu. İngiltere, savaştan yaralanarak, malları savaştan önceki yıllarda İngiliz mallarını dünya pazarlarından sürmeye başlayan tehlikeli rakibi Almanya’yı yenmek istiyordu. (…) Fransız kapitalistleri, kömür bakımından zengin Saar Havzası ile demir bakımından zengin Alsas-Loren’i Almanya’nın elinden kapmak istiyordu. (..) İki kapitalist devletler grubu arasında varolan son derece büyük çelişkiler böylece emperyalist savaşa yol açtı” (Stalin, c. 15, s. 186-187)

Lenin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bitiminden sonra emperyalist güçler arası çelişkinin yeni paylaşım savaşlarına yol açacağını net olarak ortaya koydu. Paylaşım savaşları her bir emperyalist ülkenin diğer emperyalist ülkelerin ellerindeki sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin alınması savaşıdır. Diğer bir ifadeyle pazarların yeniden el değiştirilmesi mücadelesidir.

1929 dünya ekonomik bunalımının hemen öncesi 1927’de ufukta belirlenen krize karşı emperyalist merkezler, baskıcı ve faşist hükümetlere geçiş yaptılar. “Fransa’da sağ blokun, İngiltere’de Hicks-Deterding-Urguhart blokunun, Almanya’da burjuva blokunun, Japonya’da Savaş Partisi’nin, İtalya’da faşist hükümetlerin iktidarda olması bir rastlantı olarak görülemez.” (age, s. 241)

Emperyalist ülkelerin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan paylaşımı, savaş öncesinde var olandan daha kısa ömürlüydü. Fransa ve İngiltere’nin dünya üzerindeki etkisi giderek zayıfladı. ABD’de I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası sermeye ihracıyla ön sıralara geçti. Almanya, ABD ve İngiltere’den sağladığı kredilerle ağır sanayide büyük mesafeler kat etti ve yeniden bir paylaşımı istedi. Japonya Çin’e saldırdı, İtalya sömürgelerde hak iddia etmeye başladı.

1930 yılına gelindiğinde dünyada ekonomik kriz büyüyerek ilerledi. Bunalım sadece sanayi alanını değil, tarım alanını da kapsayarak tüm ülkeleri etkiledi. Ülkeler arası kredi alışverişi durma noktasına geldi.

Bu yıllarda ABD, Almanya, Fansa ve İngiltere, sanayi üretiminde büyük kriz içine girdi. 1930 yılının ilk çeyreğinde ABD’de üretim seviyesinin “10.8 düşerek 1927 seviyesine gerilediği” tespit edilirken, Almanya’da üretimin “% 8.4 gerilediği”, İngiltere’nin 1927’den beri bir durgunluk içinde olduğu ve “üretimin 0.5 düzeyinde” gerilediği tespit edilirken, Fransa’nın 1929 yılından 1930 yılına kadar bir miktar ilerleme kaydettiği, ancak 1930 yılının ilk çeyreğinde “sadece 3.7” bir büyüme gerçekleştirdiği kaydedilmiştir. Stalin bu durumu şöyle özetlemektedir: ‘‘Bu veriler New-York borsasında hisse senetlerinde yeni bir düşüşe ve ABD’de yeni bir iflas dalgası; ABD, Almanya, İngiltere, İtalya, Japonya Polonya, G. Amerika, Çekoslovakya vs. de üretimin yeniden gerileyişi, işçi ücretlerinde düşüş ve işsizliğin artması; Fransa’da bir dizi sanayi dalının bugünkü uluslararası ekonomik durumda krizin uç vermeye başlamasının belirtisi olan durgunluk safhasına girdiğini gösteriyor.” (Stalin, c.12, s. 210)

Emperyalist kapitalist sistemde üretim olanaklarının devasa boyutlara ulaşmasıyla daralan pazarlar ve kitlesel işsizlik kapitalizmin çelişkilerini derinleştirir. Krizin denetlenememesi, durgunluk süresinin uzaması ile birbirlerinin pazar alanlarına göz diken emperyalistler “çözümü” savaşta bulunur. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı önceki krizlerin bir tekrarı olarak değerlendirmemek gerektiğini belirten Stalin daha 1930 yılında şunları ifade etmektedir:

“Bugünkü kriz, eksiksiz bir tablo elde edebilmek için açıkça saptanması gereken yeni bazı koşullardan kaynaklanmakta ve onlar altında gelişmektedir. (…) Bu özel koşullar şu karakteristik olgularla sonuçlanmaktadır.

1) Kriz en şiddetli biçimde kapitalizmin baş ülkesini, kalesini, bütün dünya ülkelerinin toplam üretiminin ve toplam tüketiminin en az yarısını elinde toplayan ABD’yi etkileşmiştir. (…)

2) Dünya krizinin gelişme seyri içinde en önemli kapitalist ülkelerdeki sanayi krizi, tarım ülkelerindeki tarım kriziyle sadece aynı zamana denk gelmekle kalmamış, onunla iç içe geçmiştir. (..)

3) Bugünkü kapitalizm, eski kapitalizmden farklı olarak, tekelci kapitalizmdir ve bu durum peşinen aşırı üretime rağmen metaların yüksek tekel fiyatlarını korumak için kapitalist birliklerin mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. (…)

4) Bugünkü ekonomik kriz, daha emperyalist savaş döneminde başlamış olan ve kapitalizmin temel direklerinin altını oyup ekonomik krizin başlamasını kolaylaştıran kapitalizmin genel krizi temelinde gelişmektedir.’’ (Stalin, c. 12, s. 214)

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı kaçınılmaz olduğu evrede emperyalist devletlerle sömürge ve yarı sömürge ülkeler arasındaki çelişkileri de açığa çıkartmış ve keskinleştirmiştir. Ekonomik krizin derinleşmesiyle birlikte bu ülkeler üzerinde emperyalistlerin baskıları giderek artmıştır. Bu çelişki daha da keskinleşmiştir.

Krizle birlikte kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki çelişkiler açığa çıkmış ve tekelci burjuvazi işçi sınıfı üzerindeki baskılarını daha da artırmıştır.

Ve nihayet ekonomik kriz faşist partileri iktidara taşımaya başlamıştır. 1933’te Almanya’da Hitler’in başa gelmesiyle burjuvazinin en bağnaz ve şovenist kesiminin iktidar olması tesadüfü değildir. Bunu diğer ülkelerdeki baskıcı ve faşist hükümetler izlemiştir. Ve istinasız tüm emperyalist ülkeler savaş sanayine geçerek silahlanmaya başlamışlardır.

 

Günümüzde emperyalist savaş tehlikesi

Bu dersler ışığında bugünkü durumu incelediğimizde emperyalist büyük paylaşım savaşı tespiti yapmak için henüz erken olduğunu belirtmeliyiz. Ancak bunu ifade ederken emperyalizm var oldukça emperyalist savaşların çıkma tehlikesinin her zaman var olduğu gerçeğini de reddetmemeliyiz.

Bugün açısından değerlendirdiğimizde sürecin şimdilik “… kapitalist ülkelerin birbirini rahatsız etmeksizin ve ezmeksizin sessizce ve dengeli bir şekilde birbirinin peşi sıra ilerlemesi’’ (Stalin) biçiminde değerlendirebiliriz. Elbette ki bu durum, çelişki ve çatışmaların olmadığı her şeyin süt liman olduğu anlamını da gelmemektedir.

Öte yandan emperyalizmin özü değişmemekle birlikte, hiçbir şeyin eskisi gibi olduğunu da söylemeyiz. Yüzyıl önceki emperyalist sistemle 2020’de emperyalizmin ulaştığı seviye de bir ve aynı değildir.

Her şeyden önce dünyanın “küreselleşerek bir köye dönüşmesi” ile sermeyenin arz yuvarlağındaki dolaşımı nicel olarak farklılaşmıştır. Sermayenin büyük ölçüde uluslararasılaşması, bilimsel alanda gerçekleşen “devrimlerin” pazarları daha da birleştirmesi, sınırların ve ulusal devletlerin aşınması, ticaretin daha da serbestleştirilmesi vb. vb. tüm bunlar emperyalist sistemin lehine gelişmeler olarak krizleri yönetmek açısından sisteme avantajlar sağlamaktadır. Bu gelişmeler aynı zamanda karşılıklı bağımlılığı da güçlendirmiştir.

Gerek Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve sonrası, gerek İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi ve sonrasında karşılıklı bağımlılık bu kadar artmamıştı. 1990’larla birlikte emperyalizmin dünya ölçeğindeki küresel durumu bu karşılıklı bağımlılığı daha da artırmıştır. Küreselleşme emperyalizmin kendi doğasında var olmakla birlikte, küreselleşmenin bugünkü ulaştığı seviyeyi de göz ardı edemeyiz.

Sorumuzu bir kez daha tekrarlayarak şöyle sorabiliriz: Küreselleşmeyle birlikte emperyalist-kapitalist sistemin niteliğinde bir değişim olmuş mudur? Değişim varsa bunlar nelerdir? Bu sorulara vereceğimiz cevaplar proleter hareketin sınıf mücadelesinde doğruyu yakalamasını da sağlayacaktır.

 

Emperyalizm değişti mi?

O halde belirmeliyiz ki, küreselleşmeyle beraber, birçok gelişim ve değişim yaşamakla birlikte emperyalist-kapitalist sistemin iktisadi yasalarında temelden bir değişim olmamıştır. Emperyalizm, Lenin’in ortaya koyduğu açıklıkta orta yerde durmaktadır.

Marks, kapitalizmin daha doğuş aşamasında kapitalizmin ortaya çıkışını, gelişmesini ve çöküşüne giden yolu Kapital’de ayrıntılı olarak ortaya koydu. Marks, bu gelişmeyi kapitalizm öncesi üretim biçimi olarak ilkel dönem, manifaktür ve modern sanayi olmak üzere üç evre olarak belirledi. Marks aynı zamanda kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, üretimin merkezileşeceğini, büyüklerin zayıf ve küçük olanları yutacağını da belirtti.

Lenin, Marks’tan devraldığı bu temel yasayı daha da ileri taşıdı. Lenin, serbest rekabetin zamanla tekelci kapitalizme yani emperyalizme ulaştığını ortaya koydu.

Günümüzde üretim araçlarında, bilimsel alanda vb. gelişmeler olmakla birlikte Lenin’in ortaya koyduğu emperyalizmin genel niteliğinde bir değişim söz konusu değildir.

Kapitalizm temel yasası olan artı-değer sömürüsü olmadan ne emperyalizm ne kapitalizm yaşayabilir. Teknolojinin gelişimi ve bazı üretim dallarında iş gücüne duyulan ihtiyacın zayıflaması da bu yasayı değiştirmemiştir. Kimi üretim dallarında otomasyona geçiş, robotlaşmanın gelişmesi, kapitalizmin yaşam pınarı olan artı değer sömürüsünü ortadan kaldırmamıştır. Emek ve sermeye arasındaki çelişki bugün de dünyanın temel çelişkisidir. Ve diğer bütün çelişkiler bu temel çelişkiden doğmaktadır.

Bilimin gelişmesi ve robotlaşma nedeniyle işçi sınıfının ortadan kalkacağı, işçi sınıfının yerini robotlar alacağı vb. tezleri de dillendirilir olmuştur. Bu mümkün değildir.

Kapitalizmin varlık gerekçesi artı değer sömürüsüdür. Artı değer sömürüsü ancak ve ancak işçi sınıfı var olduğu müddetçe gerçekleşebilir. Dolayısıyla kapitalistler bir bütün olarak robotlaşmaya geçemezler. Bu kendi varlık gerekçelerini inkar etmek, bindikleri dalı kesmek anlamına gelir.

Emperyalist-kapitalizmin temel niteliği değişmemekle birlikte, her şeyin yüzyıl öncesinde olduğunu da iddia edemeyiz. Her şeyden önce iç ulusal sermayelerin uluslararasılaşması, meta, ticari ve para sermeyenin alabildiğince genişlemesi, teknolojik devrimlerle birlikte üretimin kat be kat artması, ulus devlet anlayışının sermaye karşısında aşınması ve daha başka şeyler sistemde yaşanan gelişmeler olarak sıralanabilir.

Emperyalist sistemi meydana getiren her bir emperyalist devlet ve onların başka emperyalist devletlerle oluşturdukları güç odakları arasındaki çelişki ve mücadeleyi yadsıyamayız.

Emperyalist güç odaklar arasındaki temel çelişki pazar kavgasıdır. Kimin daha fazla pazara hakim olacağı mücadelesi rekabetin de temel nedenidir. Avrupa Birliği, Şangay İş Birliği Örgütü, ABD, Japonya emperyalist güçleri arasında çelişkiler, daha fazla pazara sahip olma yarışı olarak, yer yer uzlaşma yer yer kızışarak devam ediyor.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu