Makaleler

Her “demokrasi”, yeni bir saldırının habercisi!

TC devleti, Suriye’de emperyalistlerle birlikte yarattığı bataklığa giderek daha fazla saplanıyor. Suriye’de söz sahibi olabilmek için 2 yıldır süren iç savaşı fırsat bilen ve İslamcı terör gruplarına silah ve lojistik destek sağlayan TC devletinin sözcüsü AKP hükümeti, özellikle ABD ile Rusya emperyalistleri ve bölgesel güç İran arasında görece bir anlaşmanın sağlanmasının ardından ne yapacağını şaşırmış durumda. Çünkü emperyalistler arasındaki bu çıkar dalaşının Suriye üzerinde askeri emperyalist bir saldırıya dönüşmesi durumundan en kârlı çıkacaklardan birinin kendisi olması üzerinden hesap yapıyordu. (Her ihtimale karşı 3 Ekim günü Meclis’ten Irak ve Suriye için bitmekte olan tezkerenin süresini uzatmayı da ihmal etmedi!)

Bu hesap üzerinden El-Kaide ve Irak-Şam İslam Devleti Örgütü bağlantılı El Nusra ve birçok çeteyi beslemiş, semirtmiş ve bölgeye salmıştı. Aynı zamanda Suriye Kürtlerinin Rojava’da özerklik adımlarını baltalamak amacıyla bu çeteleri güçlendiren TC devleti; çetelerle birlikte baş kesme, işkence ile öldürme, katliam gibi birçok uygulamanın da direkt faili olmuş; hatta bu çetelerin beslenmesini İçişleri Bakanlığı’ndan “çok gizli” ibaresi ile Hatay Valiliği’ne “Bölgesel çıkarlarımız temelinde PYD güçlerine karşı desteklediğimiz El Nusra mücahitlerine aşağıda belirlenen çerçevede desteğin sunulması, iliniz sınırları içindeki kamu kurumlarına ait sosyal tesislerde barındırılmaları (…) El Nusra’ya bağlı mücahitlerin geçişlerinde gerekli desteğin sağlanarak, güvenliklerine ve konunun gizliliğine riayet edilmesi önem arz etmektedir” şeklinde bir belge gönderildiği ortaya çıkmıştı.

 

“Acı ama gerçek! Sen ABD değilsin, TC”

Hala bu çetelere desteğini sürdüren TC devletinin, elini ayağına dolaştıran gelişmeler ise ilk olarak akbaba misali Ortadoğu’nun başında “leş” bekleyen ABD’nin askeri saldırı ihtimalini rafa kaldırması oldu. Böylelikle bir süredir çetelere yaptığı silah ve lojistik destek çetelerin yanına kâr kalmış oldu. Bu da yetmezmiş gibi daha önce de ABD’nin Pakistan’da El Kaide terör örgütünü yaratıp, başa çıkamayınca Ortadoğu halklarının başına bela olarak kendi haline bırakması gibi kendi haline bırakmak istedi. Ancak 24 Eylül’de Suriye’deki 13 örgütün, Suriye Ulusal Koalisyonu’nu tanımadığını duyurup tüm örgütleri de “şeriata dayalı net bir İslami çatı altında birleşmeye” davet etmesi ile başlayan süreç TC’ye, “kendisinin bir ABD olmadığını” hatırlatmış olmalı.

Çünkü ABD, AB’li emperyalistler ile Katar, Suudi Arabistan (dolayısıyla TC) gibi işbirlikçiler tarafından desteklenen Tevhid Tugayı, Şuğur el Şam ve İslam Tugayları, E-Nusra da bu “şeriat” çağrısı yapanlarla ortaklılık kurmuş oldu. Ayrıca ülke sınırlarında bulunan onlarca örgüte bağlı çetecilerin sayıları 200 bine yakın ve de bunların 100 bini aşkın kesimi de bu 13 örgüte bağlı! Şimdi ise bu çeteler, askeri saldırının rafa kaldırılması ile Suriye’de “kendi hallerine” bırakıldı. Ayrıca bu örgütler içerisinde birçoğunun bağlı olduğu El-Kaide’nin Suriye’nin kuzeyine kalıcı olarak yerleştiğini açıklamasının ardından Kilis yakınındaki Azez kasabasının El Kaide’ye bağlı çetelerce ele geçirilmesi, TC’yi bir hayli korkuttu.

Bu korkunun bir sonucu olarak Suriye sınırındaki Bab-El Hava ve Bab-El Selame yani Öncüpınar ve Cilvegözü Sınır Kapılarını kapatan TC, sorunu böylelikle halledebileceğini zannetti. Ama halkların kanı ile sulanan bataklıktan türeyen bu kan emiciler, yaptıkları bir açıklama ile sınır kapıları 7 Ekim’e kadar açılmazsa, Ankara ve İstanbul gibi büyükşehirlere kanlı saldırılar düzenleyeceklerini açıklayarak TC’yi tehdit etti.

Bu tehdidin TC ile beslediği çeteler arasında bir sürtüşme olduğunu düşünme şansımız yok, çünkü bu “sürtüşme”nin anlamı, yüzlerce insanın katledilebileceği bombalı saldırı anlamına geliyor. Keza El Kaide’nin tehdit açıklamasında üstlendiği Reyhanlı Katliamı, bunun bir örneği.

 

Devletin “küçük hatası”; Reyhanlı Katliamı

Bu konuya girmişken, 170’ten fazla insanın katledildiği Reyhanlı Katliamı’nın üzerinden geçen bunca zamandır hala ısrarla bu katliamı 1980’lerde fiili mücadeleyi bırakmış “Acilciler” örgütüne yükleyen ve “Sünni vatandaşlarımız öldü” (TC Başbakanı R.T Erdoğan) şeklindeki açıklamalarla katliamın Aleviler tarafından yapıldığını ima edilmesine rağmen; bu katliamı El Kaide’nin üstlenmesi, TC devleti ile beslediği çeteleri arasında yaşanacak en ufak bir “sürtüşme”nin halka ne şekilde mal olacağını göstermektedir.

Bu gerçeğin açığa çıkmasının ardından Emniyet Genel Müdürlüğü, “Hayır canım, bunu siz yapmış olamazsınız” minvalinde bir açıklama yayımlayarak, El Kaide’nin Reyhanlı saldırısını üstlenmediğini ve “suçluların” zaten yakalanmış olduğunu açıkladı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu ise El Kaide’nin TC’yi tehdit ettiğini doğrularken, El Kaide’nin Esad tarafından Türkiye’nin başına bela edildiğini söyledi. (6 Ekim, turkiyegazetesi.com.tr) Ayrıca daha önce defalarca “Meşru muhalefete destek olunmazsa, muhalefet radikalleşir” dediklerini de hatırlatan Davutoğlu, yaşanan gelişmelerin “normal” olduğunun altını çizmeden geçemedi.

Yine aynı habere göre açıklamasını “Esad’ın kalmasını sağlayan, kimyasal silah dâhil insanlık dışı uygulamalar yapması. Yanı başımızdaki bir meseleye bu kadar duyarsız kalınması şaşırtıcı. Biz de hata yapabiliriz. Ama o kesimlerin derdi başka. Diz çöküp günah çıkarmamızı istiyorlar” şeklinde sürdüren Davudoğlu, yüzlerce insanın katledilmesine neden olacak “küçük hatalar” yaptıklarını da itiraf etmiş oldu.

Ancak TC’nin “küçük hatalarından” pişman olmadığı, ders almadığı daha sonraki pratiklerinde açığa çıktı. Daha önce gemilerle Libya ve Yemen’den Mersin limanına taşıyıp “resmi” kapılardan Suriye’ye yüzlerce çete üyesini sokan TC, El Kaide’nin tehdit açıklamasının hemen ardından sınır kapılarını tekrar açtı. 19 Eylül günü Reyhanlı Beşaslan Köyü’nde sınırdan çay-şeker getiren İbrahim Ersöz isimli köylüyü sınırda vurarak katleden, Reyhanlı Kuşaklı Köyü’nde yaşayan 15 yaşındaki çoban Mücahit Cemiloğlu isimli çocuğu sınıra yaklaştığı için ağır yaralayan TC; kandan beslenen çetelere, insan kasaplarına yeniden sınır kapısını açtı. Hem de El Kaide’yi kızdırmamak için verilen 7 Ekim tarihini 30 Eylül’e çekerek…

 

Paketten polise “hediye” çıktı!

Çetelere sınır kapılarının açıldığı 30 Eylül’ün “tarihe geçen” bir yanı daha var. Bu gün aynı zamanda haftalarca balon misali şişirilen “demokrasi paketi”nin patladığı gün oldu. Bu tesadüf müdür yoksa sınır kapısına dikilen gözleri başka minvale çekmeyi mi hedeflemektedir bilinmez ama açıklanan “demokrasi paketi”nin de önemle üzerinde durulması gereken bir gündem olduğu açık.

Ülkedeki her kesime özgürlük, demokrasi, adalet vaadiyle; gizli kapılar ardında hazırlanan paketin; Kürt meselesinin çözümü konusunda bir göz boyama olacağı açıktı. Keza anadilde eğitime dair atılan tek adımın “Kürtçe’nin özel okullarda serbest bırakılması” maddesi, TC devletinin sözcüsü AKP’nin havayı parayla satan neo-liberal politikalarının etkisiyle hazırlanmış olması bir yana; bu madde ile AKP’nin Kürt ulusunu “azınlık” kategorisinde ele aldığını da gösteriyor. Çünkü zaten “parasını verdiği takdirde” bu ülkede tüm azınlıkların kendi dillerinde eğitim görme hakları var!

Ülkedeki nüfusu 20 milyonu aşan Kürt halkını, “azınlık” kategorisinde görmek ve “anadilinde eğitim görecekse de para ile görecek” şeklinde yaklaşmak çok açıktır ki; 30 yıllık ulusal mücadeleye, ödenen bedellere hakaret etmek demektir. Keza bu hakareti, “Q, X, W” harflerine verilen “özgürlük”te de görmek mümkün. Bu harflerin “alfabeye kabul edilmesi”ni, Türkçe’den ayrı bir dil olan Kürtçe’nin kabul edilmesi olarak görmek ancak “körlerin, sağırların, dilsizlerin” yani egemenlerden yana tavır alanların işi olabilir. Bizim değil!

Diğer taraftan “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu”nda yapılmak istenen değişikliğe baktığımızda, eylem yapma, basın açıklaması düzenleme vb. hakların da Valilik ve Emniyet Müdürlüğü iznine bağlandığını görmekteyiz. Görünen o ki, “fazla demokrasi” bize iyi gelmiyor. Her “demokrasi” yeni bir saldırının habercisi çünkü.

Hakların kırpıldığı, “nefret suçlarına yönelik suçların artırılması” denilip muhafazakar kesimler dışındaki nefret suçlarının görülmeyip meşrulaştırıldığı bu paketin hemen ardından AKP, “demokrasi” kelimesinin bu kadar dillenmesinden rahatsız olan polisine bir “sürpriz” yaparak, polise özel bir yetki paketi hazırladığını duyurdu. Paketten dışarı taşanlara göre polis, “eylem yapma olasılığı olanları” (eyleme niyetlendiklerini “tespit ettikleri”ni) hâkim ve savcı talebi olmaksızın, 12-24 saat gözaltında tutabilecek, Adalet ve İçişleri Bakanlıkları’nın ortaklaşa yürüttüğü çalışmaya göre, eylem yapma ve olay çıkarma potansiyeli olan örgütler izlemeye alınacak ve polise mukavemet ve kamu malına zarar vermenin cezaları da artırılacak!

Bu demek oluyor ki, Hasan Ferit Gedik’in katledilmesinin ardından Gülsuyu’nda yalnızca 18 çete üyesini gözaltına alan polis (o da devrimcilerin ve halkın öfkesinden çete üyelerini korumak için), 7 Ekim sabahı 70’i aşkın eve yaptığı gibi elini-kolunu sallayarak, emekçi mahalleleri savaş bölgeleri misali ablukaya alarak operasyonlar düzenleme işini daha rahat ve keyfi biçimde yapabilecek. Bu demektir ki; 1 Mayıs, Newroz ve Gezi Ayaklanması sırasında olduğu gibi binlerce insan kayıtdışı gözaltına alınabilecek, “kaybedilebilecek”! Bu demektir ki; Ethem’i katleden ve bu cinayeti nedeniyle terfi alan polisin peruğunu ve gözlüğünü düşürmek, daha fazla cezaya mal olacak. Ama bu, aynı zamanda, demektir ki; daha fazla saldıran muktedirlere karşı giderek sertleşen Gezi Ayaklanmaları patlayacak!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu