Makaleler

Halkın kinetik enerjisi; DEVRİM İÇİN DEVİNİM VE MÜCADELE

Taksim Gezi İsyanı’yla gelişen halk hareketi, mücadelesini derlenme ve toparlanma adına geliştirilen park forumları üzerinden sürdürüyor.

 

Genel olarak değerlendirildiğinde, bu sürece “isyan ve direniş ruhunun beden arayışı” olarak bakılmasında sakınca olmadığını söylemek gerekir. En önemli gösterge, oluşan birliğin dağılmaması ve “örgütsel” araçlar yaratarak sürmesi yönündeki tartışma ve arayışların baskın olmasıdır.

 Birliğin dağılmaması için oluşturulan inisiyatif, meclis, komite gibi oluşumlara, alt düzeyde işlerli komisyon, atölye ve grupları da eklersek, “dağılmanın” önüne geçme, “sönümlenmeyi” engelleme ve açığa çıkan potansiyeli ete kemiğe büründürme kaygısının ağır bastığı bir güdünün varlığını tespit etmek gerekir. Bu güdüyü geliştirdikleri isyan ve direniş pratiği sayesinde edinenlerin, öğrenme sürecinin ilk aşamasında; başarma ve psikolojik üstünlüğü elde etme nedeniyle kendi güçlerinin farkına vararak yola koyulmakta oldukları görülmektedir.

Mücadele/pratik nedeniyle ilk etapta öğrenilenler elbette bundan ibaret değildir. Süreçle dolaylı ya da dolaysız biçimde bağlantı kurmuş olan kitleler, tepki ve öfkenin ortaklaşa yöneldiği düzenle, bu eksen üzerinden oluşan müşterek güç aracılığıyla mücadele edip sonuç elde edebileceklerine dair kanaate varmışlardır. Yakaladıkları bu halkaya sıkı sıkıya sarılmak, ipin ucunu bırakmamak istemektedirler.

Sayısı üç haneli rakamlarla ifade edilecek çoklukta oluşturulan “demokrasi” forumları (meclisler), tansiyonu daha çok isyan sürecine dair gelişmelerle yükselen, ama yerel sorunları da masaya yatıran ve giderek egemen sınıfların bütün politik tasarrufları üzerinden sorgulama yaparak hassasiyetini artıran bir atmosferde işlemekte, mevsimin özelliklerine ve bölgelerin özgünlüklerine bağlı olarak farklı seyirler izlemekle beraber, altyapısını güçlendirme hamlelerini gerçekleştirerek yol almaktadır.  

Bir isyan pratiğinden geçilmiştir ve birlikte yaratılan, beraber oluşturulan “değer” korunmaya çalışılmaktadır. Bu değeri yaratan, başkaldırı, direniş ve mücadele pratiği olduğu için, korunmasından öte büyütülmesine yönelik yegâne yöntemin aynı edimde bulunmak olduğunu anlamak da zor değildir. Forumları dünyaya getiren “kurucu” faktör, birlikte geliştirildiği için etkili olabilen mücadele pratiğidir ve dolayısıyla ilk derslerden birisi, bu dili asla terk etmemek mesajıyla alınmaktadır.

Meselenin merkezinde bulunan “birlik” ve “mücadele” gibi unsurların, başarının (ve zaferin) önkoşulları arasında yer aldığı gerçeği, zihinleri şimdi daha fazla meşgul etmektedir. Birbirini bırakmamak, ayrılmamak isteği, mücadeleye dair “mutlak elzemlik” bilinciyle birleşmek durumundadır. Bunun işaretleri (ve olanakları) sadece tartışmakla/sorgulamakla kalmayan, çeşitli etkinlikler içerisinde bulunan (konser, tiyatro, film, yeryüzü sofraları vb.) forum/park pratiklerinde görülmektedir. Forum alanlarına yürüyüşlerle gelip gitmek, anma ve protesto eylemlerine yer vermek, kendi öncelik sahasının dışındaki gündemler (Lice eylemi ve Medeni’nin katli, 2 Temmuz eylemleri, LGBT Onur Yürüyüşü vd.) etrafında pratiklere girmek vb. vb. gibi…

“Birlik”, açımlarsak, “bir araya gelmek” ve “bir arada durmak” denilince, kuvvetin doğmasından söz ediyoruz ama hemen ardından “kiminle” sorusu gelince, kafalar, iyi ya da kötü yönleri çağıran durum alternatifleriyle bulanmaktadır. Karşı-devrimci ya da faşist güçlerin örgütsel varlık oluşturdukları ve bunun bertaraf edilemediği koşullarda, kitle o yönde harekete geçiyor diye, birliği önceleyen bir yaklaşım hiç kuşkusuz kabul edilemezdir. Çabamız, vurulmak istenen damgayı ortadan kaldırmaya yönelik olmalı, bu örgütler (İsyan sürecinde olduğu gibi) belirleyici konumdan çıkarılmalıdır. Bunun başarılamadığı durumda, bu güçlerle “birlik” içerisinde hareket etmek, bambaşka bir amaca hizmet eder ki ondan uzak durmak gerekecektir.

Örneğin bir forumda, “Ergenekon” ya da “Balyoz” duruşması için Silivri’ye gitme kararı aldırılmaya kalkılıyorsa, bu girişim engellenmeye çalışılmalıdır. Başarılı olunamadığı takdirde, kitle bu yönde ikna edildi ve çoğunluk bu yönde karar belirledi diye buna uymak hiçbir şekilde doğru değildir. Nitekim yüzlerce park forumu içerisinden bazıları, isyan ve direniş sürecinde de belli bir yer işgal eden laikçi Kemalist, ulusalcı güçlerin etkisi altındadır ve buna benzer karar al(dır)ma şansları vardır.

Kitlelerin karşı-devrime hizmet eden yönlü “karar” aldıkları koşullarda, “çoğunluğa uyma” kuralına sadık kalmak, “demokrasi”nin kavranışı bakımından sorunlu bir anlayışı göstermektedir. Nitekim Tayyip/AKP de bugün seçimler üzerinden ortaya çıkan “çoğunluk” esasına göre “sandık demokrasisi”ni işletmekte, sürekli burayı işaret etmektedir. Her ne kadar büyük bir isyan ve direnişin sahibi olarak sokaklara çıkan ve meydanları dolduran bir kitle varsa da bu durum kitlelerin yıllarca burjuva ideolojisiyle zehirlendikleri gerçeğini ortadan kaldıramaz.

Bir dönem için (ve hala) faşist rejimle çatışan bir yere taşınmış olmaları, ne orada kalıcı oldukları ne de her bakımdan arınmaya uğradıkları anlamına gelir. Dolayısıyla, pusulanın her ne olursa olsun “kitle” üzerinden yön tayininde bulunmasına izin vermek, “kuyrukçuluğun” dik alası olacaktır. Durum bu kavrayışta ele alınmalı, “kitlelere güven” ve “kitlelerin tayin ediciliği”ne dair ilke ve kavramlar doğru bir perspektifle işletilmelidir. 

Pek çok semtte, kitlelerin devrimden en çok çıkarı olan kesimleri, işçi ve emekçi sınıf mensupları ile onların en yakın ittifakındaki güçler bu süreçte harekete geçmişlerdir. İsyan ve direniş eylemlerinin taşıyıcısı olan gençlik de bu sınıfların parçasıdır ve genel eğilim olarak onlara uzak bir konumda değildir. Her semtte (dolayısıyla her park ve forumda) doğru bir yönelim ve gelişim seyri yakalanamayacağı yalnız dünün değil bugünün de gerçeğidir. Nitekim genel olarak devrimci güçler, doğal olarak büyük şehirlerin bütün forumlarıyla yakın ilişki içerisinde de değildir.

Öyleyse, esas olarak gücün etkili biçimde kullanılacağı yerlere yoğunlaşılması gerekir. Ama bu dönemin farklı ve özgün yanı, düne kadar hitap etme, kontak kurma ve etkili olma şansı hiç olmayan ya da düşük seviyede seyreden bölgelere de uzanma şansının, isyan ve direniş ikliminden kaynaklı doğmuş olmasıdır. Bu elverişli hale gelme durumu, öncelik verilmesi gereken semtler için elbette daha da geçerlidir…

İlk önce, bir araya gelmenin politik özneler üzerinden değil kitleler nezdindeki karşılığı bakımından tartışma yürütmemiz gerekir. Zira buna dair koşulların oluştuğu ve dahası bunun aktif bir eylemlilik üzerinden gerçekleştiği bir dönemi yaşıyoruz. Yani var olanın doğru biçimde anlaşılması, başka bir deyişle değerinin bilinmesi için çaba göstermekten söz ediyoruz. Kaldı ki eğilim de bu yöndedir ve şimdi bunu güçlendirme ve kalıcı kalıplarda büyütmenin formülleri üretilmek zorundadır.

Örgütlenme arayışlarına dair tartışmalarda, “kitle bu işi örgütsüz biçimde yaptı, bundan sonrasını da aynı şekilde tayin etmesini bilir” sözleriyle kendiliğindenciliğe “acizlik” elbisesi giydirilmektedir. Genel olarak politik güçsüzlük ve yetersizlik bakımından bunun tescillendiği bir süreç yaşanmıştır ama durumu böyle bir yaklaşımla kabul etmek, bir kısmı açısından o en üst perdeden haykırılan “iddia”nın da ortadan kalktığı anlamına gelmektedir.

Kitlelerin büyük bir kesiminin mevcut yapılar içerisinde örgütlü olmamasına karşın birlikte hareket ettikleri, dayanışma içerisine girdikleri ve hem eylemlerde hem de Gezi Parkı özelinde pekâlâ organize olabildikleri bir dönemden geçilmiştir. Sürecin parklara taşınması da aynı şekilde olmuş, birliktelik korunmak istenmiştir. Nitekim kendi medyası devreye sokulmakta, iletişim ağları (siteler, bloglar) yaratılmakta, sekretaryalar oluşturulmakta, çalışmaya ve işleyişe dair usuller/kurallar belirlenmektedir. Bazı yerlerde arşivler, takas pazarları ve tutsaklarla dayanışma masaları da kurulmuştur. Bütün bu kurumları daha nitelikli ve rafine hale getirmenin adımları da atılmaktadır. Öyleyse bu yöndeki çabaların parçası olmak ve çevreden merkeze, aşağıdan yukarıya doğru güçlerin toparlanmasına çalışmak gerekir. Burada yapıyı ayakta tutacak olan yerel inisiyatiflerdir ve ilk iş onların güçlendirilmesi olmalıdır.

Örgütlenme açısından, hareketin doğuşu ve yapısı gereği, bu aşamada, bırakalım tek bir örgütü, siyasi yapılar ittifakının inisiyatif üstleneceği bir gelişim seyrinin yaratılmasına uygun bir zemin yoktur. Kaldı ki böyle bir misyon için siyasi güçlerin “eylem birliği” sağlaması da ilk ortaya çıkan verilere göre olası görünmemektedir. Durum, hareketin içerisinde bulunmaya devam etmenin çerçevelediği zorunlu ittifakı aşacak bir iradeye kavuşturulsa, elbette daha etkili müdahaleler sağlanabilecektir. Bu yöndeki gayreti bir kenara bırakmamak kaydıyla, güç oluşturulabilen tüm yerel meclis girişimlerinde aktif bir parça haline gelmek gerekir.

Sabırlı, ısrarlı ve kararlı bir çalışma yürütülmelidir. Sistemli ve disiplinli olmak şarttır. Ezberler üzerinden gidilen tarzın işlemeyeceği bir sahada çalışılacaktır. Gerçek değer üretimi için gerekli kitle çalışmasının somut bir alanı açılmıştır. Esas zorlu işin bu olduğu ve neden bu alandan kaçıldığı daha net biçimde anlaşılacaktır. Bu iyi bir şeydir, yüzleşmenin ve dönüşmenin başladığı çıkış noktalarından birisi olarak görülmelidir. Genel olarak daha çok kendimizle konuşmak, en fazlası dilimizden anladığını sandıklarımızla temas kurarak yarattığımız tüketici ve kısır bir döngüden çıkış sağlamanın olanakları iyi değerlendirilmelidir.  

   

DEVRİMCİ DEĞİŞİM

imagesxcdsescfPost-modernist bir revizyonla rağbetli kılınan, sivil toplumcu “devrimsiz devrimler” anlayışı, anarşizmin her türlü çevrimini moda haline getirmiş ve burjuvazinin devrimlerin önüne diktiği sete yeni perdeler eklemiştir. Seattle’dan başlayarak “küreselleşme karşıtı” hareketlerin devamı biçiminde iz süren Occupy (İşgal Et) hareketleri, Öfkeliler eylemleri ve hatta “Arap İsyanlarını” değerlendirme üzerinden yeniden ve yeniden üretilen bu anlayış, şimdi de Gezi İsyanı (yanı sıra aynı dönemde ve yine büyük çapta etkili olan Brezilya ve Bulgaristan’daki başkaldırılar) vesilesiyle gündemleştirilmektedir.

“Başka bir dünya”yı sosyalizm olarak değil kapitalizmin insancıllaştırılmış, ehlileştirilmiş bir versiyonu olarak kurgulayan bu yaklaşım, “özgürlükçülük” algısı üzerinden tanımladığı bu hareketleri, proleter öncünün misyonunu oynamada sorun/bunalım yaşadığı (“Marksizm’in krizi” olarak da okunabilir) dönemden istifade, kendi senaryosuna/yoluna kanıt olarak sunma gayretindedir. İdeolojik mücadelenin, sınıf mücadelesinin tam merkezinde ve en kritik yerinde durduğu gerçeğini bir kez daha kanıtlayan bu durum, tıpkı emperyalist burjuvazinin yaptığı gibi gerçekleri (olguları) çarpıtarak yol alınmaya çalışıldığını göstermektedir.

Kapitalizmin iflas krizleri yaşadığı ve can çekişme sürecinde debelendiği koşullarda uzatılan el, modern revizyonizmin neden madalyonun diğer yüzünü temsil ettiğinin göstergesi olarak kabul edilmelidir. Gezi İsyanı ve değişik ülke pratiklerindeki benzerleri aynı zeminden çıkış almışlar, sistemin ayakta kalma, tutunma çabalarındaki “nafile” duruma kanıt oluşturmuşlardır. Bu çabaları, sosyalizme ve (demokratik ve proleter) devrimlere ait değerlerle maskelenmiş biçimde üreten tüm alternatif faaliyetler, tam da bu örneklere ait pratiklerle boşa çıkmaktadır.

Son yarım asırdır meydana gelen devrimleri, onun yolunu açan isyan ve ayaklanmaları, rejimi değiştirmeye muvaffak olamadıkları gerekçesiyle “imkânsız” ve “gereksiz” parantezinde boğmaya çalışanlar; sınıfsal gerçekliği, “çokluk” ya da “çoğunluk”, en iyimser görünenlerin ifadeleriyle “ezilenler”, “ötekiler” kategorisinde eritme derdindedir. Bütün bu tanımların Marksizm’in nitelemeleri/tespitleri içerisinde bir karşılığı vardır ama hiçbir şekilde soyut, katışık bir ifadeye yer verilmesi de söz konusu değildir. Kimse sınıfsal kategorilerin iki yüzyıldır hiçbir değişime uğramadığını iddia etmiyor ama bunların tıpkı sistemin kendisini tartışırken yaptığımız tespite paralel biçimde, esaslı/ temelli (nitel) bir değişimden geçtiği de doğru değildir.

Sınıf, en yalın tarifiyle, insan topluluklarının üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan ilişkilerine ve emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine bağlı olarak konumlanışlarını ifade etmektedir. Dolayısıyla sınıfların başkalaşması ve/veya ortadan kalkması üretim ilişkilerindeki değişimle doğrudan ilintilidir. Aksi halde, tarihsel gelişim çizgisi içerisinde meydana gelen, çapı ve biçimi hangi düzeyde olursa olsun değişimlerin, kendiliğinden “nitel” bir dönüşüm yaratacağını ileri sürmek, diyalektik materyalizmden hiçbir şey anlamamaktır. 

Taksim Gezi İsyanı, 4 Haziran tarihli ilk açıklamamızda da vurguladığımız gibi, her şeyden önce “devrimin mutlaklığına” dair mesaj vermiştir. Bu çapta ve etkide bir halk ayaklanmasının, sistemle doğrudan bağı, nereden bakıldığıyla ilgilidir. Nesnel bakış, her açıdan değil doğru açıdan bakış demektir. Meselenin çok yönlü ele alınması başkadır. Herhangi bir olay ya da durumun hangi bilimsel ilke ve ölçütlerle ele alındığı, “nesnelliği” belirler. Yine bu ilkelerin gereğidir ki, maddi olgulara bakılması, şeyler arasındaki ilişkilerin diyalektik bir tarzda ve tarihi materyalizmin ışığında tahlil edilmesi nesnel bir yaklaşımı ortaya çıkarır. İnsanlığı kurtuluşa götürecek olan proletaryanın biliminden söz ettiğimize göre nesnel bakış aynı zamanda sınıfsal bakış demektir… 

Sistemin, ekonomik, sosyal ve politik alana dair uygulamaları (baskısı, sömürüsü ve zulmü) nedeniyle, izin vermediği usul ve araçlarla yani ayaklanarak, çizdiği sınırların dışına çıkan bir yerden hareketle yani alan/bölge işgali üzerinden karşısına dikilmek; bunu doğal olarak asıl muktedire vurgu bakımından yani kitlelerin gücüne dair bir perdeden gerçekleştirmek; bütün öznelerin duruş, düşünüş ve hareket tarzında dönüşüm sağlayarak, eskiyenin ipliğini pazara çıkaran, yapay ayrımlara darbe indiren, ortak paydayı güçlendiren, somut modeller üzerinden yol gösteren, özgüveni, umudu ve inancı büyüten sonuçlar elde etmek, devrimci bir eylemdir, devrime dair işaret fişeği olması bu yüzdendir.

İktidarı alan, rejimi değiştiren bir eylem olmaması, yani klasik manada bir devrim niteliğinde olmaması, yıktığı ve değiştirdiği şeylerin hayli fazla olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bunu şimdiden okumak mümkündür ama, gelecekte bu gerçek, çok daha somut sonuçlarıyla ispat edilecektir. Devrimin düz bir yol izlemeyeceği, çok çeşitli direniş, isyan ve savaşların bileşkesi ve toplamı olarak gerçekleşeceği gerçeğini kavramakta güçlük çekenler ve umudunu yitirmenin girdabından çıkamayanlar, gözlerine inanamaz haldeler. İsyanın, eksik, kusurlu, defolu yanlarına odaklanma ve onları abartma hali de asıl olarak nereden (ve nereye) bakıldığıyla ilgilidir.

 

“BUNDAN SONRA NE OLACAK?”

fft64 mf1493490Tam da bu bakışın esiri olanlar şimdi de geniş yığınlarca masumane olarak sorulan “bundan sonra ne olacak?” sorusuna “hiçbir şey olmaz” misali eşlik ediyorlar. Dün, ölü toprak altından kafasını kaldırmakta güçlük çekenlerin “mazeretini” geçersiz ilan eden bu isyan ve direniş karşısında da aynı hallerini sürdürmeleri durumunda yapacak hiçbir şeyin olmadığı, yani tedavinin imkânsız hale geldiğini söylemek hiç de yanlış değildir.

 “Bundan sonra ne olacak?” sorusu, “Bundan sonra ne yapmalıyız?” ile değiştirilmek zorundadır. “Yapma” konusunda rüştünü bir kerelik de olsa ispat edenler, “bilme” aşamasını geçmeden daha iyisini, daha etkilisini yapma noktasına gelemezler. “Bilme” yani bilinçlenme aşamasının ilacı devrimci teorinin etkinlik kurması, politik aydınlanmanın gerçekleşmesidir ama bunun için de “yapma” eyleminin mutlak surette devam etmesi gerekmektedir. Bugün bilme, kavrama, anlama noktasına gelmeyi, evrensel bir geçerlilik arz eden pratiğe borçlu olanların, taşıyıcı olmaktan sürükleyici, yönlendirici olma aşamasına ilerlemeleri için “apolitiklik” damgasını içeriden de kazımaları şarttır.

Politik bir eylem gerçekleştirmek kimseyi politik kılmaz. Bunun için eyleminin “politik” içeriğiyle tanışmak şarttır. Farkındalık haline doğru yürümeksizin, ayakta kalmayı başarmak mümkün değildir. Dolayısıyla, takdir ve övgü evet ama “güzelleme”de ölçü kaçınca, isyan sürecinde önemli rol oynayan gençlikle ilgili görevleri yerine getirmek zorlaşacaktır. Öğreten bir tavrı, yukarıdan bir yaklaşımı benimsemek doğru değildir ama gelişim ve dönüşüm için sınıf bilinçli unsurların göstermesi gereken çaba ve oynamaları gereken rol de unutulmamalıdır.

Bundan sonrası, yani bugün için yapılacak olanların ne olduğunu saptamak için hareketin kendisine ve politik duruma bakmak gerekir. Politik durum, Gezi İsyanı’nı doğuran sürecin daha da ağırlaşmakta olduğunu göstermektedir. Bir dizi çelişki alanında, durulma değil aksine daha da gerilme vardır. “Çözüm süreci”, adım atma sırası gelen devletin kamuoyuna yansıyan rüşvetli kof “demokrasi” paketi de son noktayı koymaktadır ki, uzatmaları oynamaktadır. Suriye’deki süreç 1. kuruluş yılını kutlayan Rojava’ya yönelik yeni saldırılar ve Esad’ın durumunu daha iyi bir noktaya getirmesi (“Şu anda rüzgâr Esad’dan yana esiyor.” ABD G. Kurmay Başkanı M. Dempsey, 19.07.13) ile Türk devletini daha da zora sokan bir aşamaya ulaşmıştır.

Ekonomik kriz, son döviz operasyonunda da görüldüğü üzere müdahaleler ile başa çıkılması imkânsız hale gelen sonuçlar üretmektedir. Ekonomik batağı kendilerinin “favori”leri arasında yer alan kredi kartlarına (2002’den 2013’e 15.5 milyon adetten 56 milyona dört kat artış) bağlama “uyanıklığı”nın nereye kadar sökeceği artık iyice tartışmasız hale gelmiştir. Bunun ilk ve en ağır yansıma alanında bulunan işçi ve emekçi sınıflar cephesindeki gerilim daha fazla direniş/grev pratiği (En son İsdemir, MMK Metalurji) üzerinden uç vermeye başlamış, stepne yeteneği kalmamış Türk-İş gibilerinin son kullanım tarihi geçeli yıllar olmuştur. İşçi sınıfı büyük bir patlama evresine doğru yaklaşmaktadır.

Seçimler döneminin ilk ayağı olan yerel seçimlere 8 aydan az bir süre kalmıştır ve Muammer Güler’in sözleriyle “önümüzde bulunan tarihi önemdeki iki yıl”a girilirken, kendi içlerindeki çelişki ve çatışmaların da yoğunlaşmasıyla beraber, Arınç’ın benzetmesiyle “herkes tef gibi gerilmiş durumdadır.” Durumun en çok farkında olanlar, bu şartların yaratıcılarıdır ve onlar aczin pençesinde, bildik “çözümler” peşinde koşmaktadır: Tayyip, kahraman polisini okşamaya ve gaz vermeye devam etmektedir.

“Baş belası” gençliğin mekânında, yani üniversitelerde artık özel güvenlik değil polisin görev yapacağı ilan edilmiştir. Zaten devletin esas refleksi olarak şiddet, “şiddete karşı şiddet” parolasıyla açıkça duyurulmuş bulunmaktadır. “Pala-militer” güçlerin daha fazla rol üstleneceği, icraatlarının gördüğü takdir ve övgüyle sabittir. Onlar da yetmez diye düşünülmüş olmalı ki, Tayyip “tencere-tavacıları çekinmeden yargıya taşıyın” diye saldırı taburlarını büyütmeye çalışmaktadır.

“Tam susturma ve kan kusturma” operasyonları sürmektedir. Para-medyadaki el değiştirme hamleleri bir yana, en “has” mensupları dahi en ufak “yanlışında” tasfiyeye uğratılmaktadır. Devrimciler ağırlıklı olmakla beraber, direnişçi, eylemci ya da yalnızca muhalif bir yerde duran kişilere yönelik saldırılar, gözaltı ve tutuklama terörü hız kazanmıştır. Beş yıl içerisinde açılacak 153 yeni hapishane ile kapasitenin 106 bin artırılması planlanmaktadır.

Faşist diktatörlüğün henüz “resmi” düzeydeki hedefinde, “park ve forumlar” yoktur. Şu aşamada sivil faşistler eliyle yoklama kabilinde saldırılar düzenlenmektedir. Ancak yakın bir süreçte bu mevzilere daha organize ve çaplı biçimde yöneleceklerini de öngörmek gerekir. Bu saldırıların göğüslenmesi için karşı atakları da içeren bir “savunma” çizgisi benimsenmelidir.   

Hak ve özgürlüklerin kısıtlanacağı, baskıların yoğunlaşacağı, sömürünün katmerleşeceği ve saldırıların artacağı bir döneme girilmiştir. Yenilgiler yaşadıkça, darbeler aldıkça, krizleri büyüdükçe daha da azgınlaşmaktadırlar. Vurdukları yerden çok az ses çıkan (Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi hariç) bir Türkiye gerçekliğine alıştıkları için, Gezi İsyanı dengelerini bozmuş, büyük bir sarsıntı yaratmıştır.

Hem eskisinden daha sıkıntılı bir döneme girmişlerdir hem de artık “rıza ve itaat” mengenesinden kurtulma iradesiyle ortaya çıkan bir halk gerçekliği vardır. Nitekim, hiç şaşırtıcı olmayan biçimde, halk 23 Temmuz’da Ankara Yeni Mahalle’deki Yunus Emre Parkı’nda “teleferik yapımı” gerekçesiyle ağaç kesimine girişilmesini protesto eylemi gerçekleştirmiş, polisle çatışmaya girerek direniş sergilemiştir. Direniş sürmektedir…

Büyük bir çatışma sürecine doğru hızlı adımlarla gidilmektedir. Dipten gelen dalga yüzeye vurmuş ve düzeninin istinat duvarlarını zorlamıştır. “Geri çekilme” hali doğası gereğidir ve yeniden atağa kalkması için daha çok neden birikmektedir. Öyleyse, “hazırlık” safhası olarak da görülen forumlar süreci, tahkimatın ve donanımın gerçekleştirilmesi için işlevli olmak durumundadır. Kalıcı/kurumsal kazanımlar sağlanabilmesi için hem bilinçlenmeye hem de örgütlenmeye dair adımlar güçlendirilmek zorundadır. Forumlar, ölümsüzleşen direnişçilerine olduğu gibi tutsak edilenlerine de sahip çıkma çizgisini sürdürmelidir. Bu perspektif, hapishanedeki tüm tutsaklarla dayanışma olgusunun, sınıf mücadelesindeki kritik yerinin kavranabilmesi ve pratikleşmesi bakımından son derece önemlidir.

Hak alma ve hesap sorma bilinci, sistemin şifrelerini çözen bir sorgulama süreciyle birlikte politik bir raya oturabilecektir. Forumlara yayılan ve onlar üzerinden yeniden üretilecek enerjinin sistem içine “tamamlayıcı” bir unsur olarak kanalize edilmemesi, karşı-devrimci hesaplara kaldıraç kılınmaması, kısacası tüketilmemesi için, üretildiği kaynakla bağının kesilmemesi gerekir. İsyan ve direnişi, halkların mücadelesini kendisiyle başlatma kibrinden arındırmak ve sınıf mücadeleleri tarihinin muazzam birikimiyle buluşturmak, gerçek bağlamına oturtmanın ön koşuludur. 

Yukarıda söylediklerimizi tekrar etme pahasına vurgulamalıyız ki, bu örgütlenme, derlenme ve toparlanma süreci, eylemli biçimde yol almalıdır. İsyan ve direnişi yürüten kitlenin ne enerjisi bitmiş ne de yorgunluk ya da rehavet içerisine girilmiştir. Buradan tozu dumana katan bir yürüyüş başlatacağı ve iktidara doğru yol alacağından söz eden yoktur ama, enerjinin, onu yaratan devinimin sürmesi halinde kesintisiz hale geleceği de kesindir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu