Derlediklerimiz

Sanem Deniz ­|”Magazinleştirilen” Özgürlük Mücadelesi Ve AKP’nin Son “Pejmürdelikleri”

"O aileler hem devletin bizzat kendisi, HDP’nin PKK’ye ’emir verme’ pozisyonunun olmadığını çok iyi biliyor. Ancak kayyım atamaları sonrası, bundan beş yıl önce ısıtılan yemek tekrardan önümüze konuyor. Yerseniz…"

Dağları gördüyseniz bilirsiniz, kimse sizi orada zorla tutamaz. Eskaza ‘gaza gelip’ gitmişseniz bile, bir süre sonra Hanya’yı da Konya’yı da görürsünüz. Ve yapamayacağınıza karar verdiğinizde, ‘kaçacağınızı’ bilirler ve yol verirler. Kimsenin haberi olmamışsa gerisin geri geldiğiniz yere dönersiniz; devletin kulağına gitmişse mecburen Güney Kürdistan’ın bir kentinde yaşamınızı sürdürürsünüz. Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi sonrası, Osman Öcalan ve arkadaşlarıyla hareket eden yüzlerce eski gerillanın şimdiki yaşamları gibi.

Dağlara gitmek, sistemin bütün avantajlarından faydalanmayı reddetmek, ölümle burun buruna yaşamayı içine sindirmek ve bunu yıllarca yapmak; ‘kaçırılarak’ sürdürülebilecek bir tercih değildir. Ne de beyniniz yıkanarak. Ne mene bir ‘kaçırma ya da beyin yıkama’ Tıp Fakültesi’nde okuyan bir öğrenciyi, düğün gecesinde bütün takıları ve gelinliğiyle gencecik bir kadını, Avrupa’nın büyük kentlerinde doğup büyüyen bir genci, İstanbul’da al gülüm ver gülüm yaşayan bir başkasını, futbolu ölesiye seven bir delikanlıyı, anne-babasının üzerine titrediği ailesinin tek çocuğunu dağlarda yaşamaya, ölüme yakın olmaya ikna edebilir?

Türkiye’de erkekler; yaşları 20’ye vardığında ‘mecburen’ silah altına alınır, sözüm ona davul zurna ile uğurlandıkları ‘Peygamber Ocağı’ndan asla unutamayacakları travmalarla döner. Bir yandan askerlik görevi kutsaldır ama diğer yandan da ‘bedelli askerlik’ her dönem dört gözle beklenir, dost akrabadan borç harç bulunan paralarla ‘vatan görevi’ ifa edilir. Ama her delikanlının, en hafifinden ‘bir komutan tokadı’ ya da ‘sunturlu küfür’ hatırası vardır. Daha ağırları için, asker intiharlarını hatırlamak gerek.

Gerilla olmak ise, ömrünü gönüllü olarak silahla geçirmek demektir. Bitmez. Zaten biteceği düşünülerek de çıkılmamıştır o yola. Kendilerini, halkının özgürlüğü için ‘feda edeceklerini’ düşünerek alınan bir karardır ve bunun sözü verilir.

Peki, Kürt gençleri neden gerillaya katılıyor? Onlardan biri Mazlum Jehat’a kulak verelim. Taş atan çocuklardan biri o, devletin 18’inden küçük olduğu için ‘kaçırıldı’ dediği ama 14’ünde hapse atmaktan çekinmediği gençlerden. Polislere taş attığı gerekçesiyle 2009 yılında birçok arkadaşıyla birlikte tutuklanmış. Cezaevi idarecilerinin her türlü işkenceyi yaptığını söyleyen Jêhat, “Kendimizi nasıl savunacağımızı bilmiyorduk. Bizlere bir sürü belge imzalatıyorlardı. Daha sonra da mahkemede ‘sen bu kadar suç işlemişsin’ denilerek, hâkim bu suçlara göre bize ceza veriyordu” diyor. Mazlum Jêhat, bu şekilde suçlanarak henüz 14 yaşındayken üç yıl cezaevinde kalmış. Cezaevinden çıktıktan sonra tek yolun dağa gitmek olduğuna karar vermiş.

Baran Berxwedan, “varlığı Türk varlığına armağan olmasın” diye dağın yolunu tutanlardan:

 

“Kürt-Türk ayrımını ilkokulda her sabah bize okutulan ‘varlığım Türk varlığına armağan olsun ’ adında ki andımız denilen şeyle fark ettim. Ve bu bende birçok çelişkiye neden oldu. Kürtçe konuşmak neden yasak ve hocamız her fırsatta bu dili konuşmayın bu dil yasak diyordu. Bir gün hocama sordum bizim Kürtçe konuşmamıza neden izin vermiyorsunuz. Hocam bana şu cevabı vermişti. Çünkü bütün kitaplar Türkçe yazılmış ve bütün derslerimizde Türkçedir onun için Türkçeyi konuşuyoruz. Ama sizin konuştuğunuz dil ise ancak anne ve babanızla konuşabilirsiniz, onun dışında başka bir işlevi yok diye cevap vermişti. Hocanın cevabı kafamdaki çelişkileri gideremedi. Bu çelişkilerim her geçen gün giderek büyümeye başladı. Liseye geçtiğimde orada ki kurallar biraz daha katı ve inceydi. İlkokulda eve giderken hiç olmasa Kürtçe konuşuyordum ama lisede bu giderek ortadan kalktı. Ve artık Kürtçeyi hem unutmuştum hem de konuşmaya utanıyordum.”

 

Laşer Ararat ise, İstanbul’da yaşarken PKK’ye katılım yapanlardan:

 

“Birçok komşumuz Türk’tü, Kürtçe konuşuyoruz diye bizi dışlıyorlar, hatta çocuklarına bunların yanlarına sakın gitmeyin bunlar doğuludur diyerek, bizi terörist olarak tarif ediyorlardı. Artık kendi Kürtlüğümüzden utanır duruma geldik. ‘Nasıl Türk olabilirim kendimi onlara nasıl kabul ettirebilirim’ diye bir özentinin içine düşüyorduk. Liseye başladığımda artık neredeyse Kürt olduğumu unutmuştum. Annem ve babamın dışında evimizde kimse Kürtçe konuşmuyordu. Bunların tamamı bir oyun gibi bize sunuluyordu. Kendi değerlerimiz bize hor gelmeye başlamıştı. Sanki Türkleşmek eşittir medenileşmek, uygarlaşmak ve modernleşmekti.”

 

Arşiv notlarımda bulduğum bir gerillanın hayatlarına dair anlatısı ise şöyle:

 

“Her insanda mutlaka bir arayış vardır, lakin sistem çoğu kez birçok gencin arayışını başka yerlere kanalize ederek içini boşaltabiliyor. İçi boşaltılmamışları dağların doruklarına ulaştırdığınızda ya da böyle olanlar kendilerini dağlara attıklarında orada çok şey değişi veriyor. Bir benlik süreci derinden başlıyor. İşte gerillaya katılımlar biraz da kendi benliğini arama temelinde olmaktadır. Kendi benliğini genelin benliğiyle birleştirmek ve buluşturmak başlıca bir amaç ve ulaşılmak istenen hedeftir. Bu ise çok az askeri çalışmayla ilintili bir gerçekliktir. Denilecek ki madem öyledir neden gerilla silahlı bir güçtür? Ben de size bunun sadece bir görüntü olduğunu söyleyeceğim. Gerillanın ağırlıklı zamanı silahla geçmemektedir. Gerillanın ağırlıklı zamanı kendini yapmayla geçmektedir. İnsanın kendisi olabilmesi için müthiş kendisine yüklenmesi gerekiyor. Öyle sanıldığı gibi dağa çıktın mı hemen gerilla olunmuyor. Gerillaya gelmek sadece ve sadece lele meselesidir. Bunun çok uzun bir lolosu vardır. Lolosunun ağırlıklı bölümü eğitimdir. Kişilik oluşturmadır. Zayıf düşmüş, yenilmiş, dumura uğratılmış, kirletilmiş, bitirilmiş, sistemin çarkları arasında ezilmiş, kendine güvensiz, kendini beğenmiş, gerçeklerden uzak, yapay, hayali bir kişiliği aşarak kendisine güvenerek kendi karakter hatlarını oluşturmaktır. Kendi ayakları üzerinde yürüyen, herkese kafa tutabilecek, özgüven dolu, korkulardan uzak, hatta kendi kaderini eline alacak bir coşku seliyle haykıran bir kişilik yaratımıdır.”

HDP’lilerin bir protesto için burnunu çıkaramadığı Diyarbakır İl Binası’nın önünde günlerdir bir eylem sürüyor, polis korumasında, devlet ricalinin ‘ulu’ gölgesinde. Çocukları yakın ve uzak geçmişte PKK saflarına katılan anne-babalar, ‘kaçırılma’ iddiasıyla çocuklarını HDP’den istiyor. Aslında hem o aileler hem devletin bizzat kendisi, HDP’nin PKK’ye ’emir verme’ pozisyonunun olmadığını çok iyi biliyor. Ancak kayyım atamaları sonrası, bundan beş yıl önce ısıtılan yemek tekrardan önümüze konuyor. Yerseniz…

 

Biz yemiyoruz ama yiyenler var, daha doğrusu rantın kokusunu alanlar, cukkalarından olmak istemeyenler. Yavuz Bingöl’ünden Gülben Ergen’ine, Hülya Koçyiğit’inden AKP’li aşiretlere, garip tarikatlardan yandaş medyanın ‘güllerine’ kadar herkes önündeki caddeden geçse kafasını aksi yönde çevireceği HDP binasını tavaf etmekle meşgul. Bakanlar gidip dertli dertli pozlar veriyor, ‘hainlerin’ binasının önünde, garip bir ironiyle. Bir halkın özgürlük mücadelesinin, İçişleri Bakanı’nın başrolde olduğu bir magazin VTR’sine dönüştürülmesini hep beraber izliyoruz. Bu filmi, beş yıl önce de izlemiştik. Film sona ermişti ama gerillaya katılımlar; Cizre bodrumlarından, Sur sokaklarının viran edilmesinden, Nusaybin’de gençlerin bedenlerinin üstüne inşa edilen TOKİ’lerden sonra artarak sürmüştü.

Hiçbir anne evladından ayrı düşmek istemez, hiçbir anne çocuğunun yaşayıp yaşamadığını bilmeden ömür geçirmeyi düşlemez. Ama o anneler de biliyor ki, çocukları kandırılmadı, delikanlıydılar, isyankârdılar, gördüklerini-yaşadıklarını sindiremediler ve kendilerince doğrunun bu olduğuna karar verdiler. Beğenin-beğenmeyin, eleştirin ya da kabul edin, bu böyle. Annelerle birlikte gülümseyerek poz verenler bir süre sonra konforlu hayatlarına geri dönecek ve iktidarın onlara ‘uygun gördüğü’ rantları yemeye devam edecek. Kimi damadına Antalya Plajlarında bir otel daha kopartacak, kimi TRT’de bir programı kapacak, kimi bir dizinin başrolünü garantileyecek, kimi bakanlık koltuğunu sağlamlaştıracak, kimi ihaledeki şansını yükseltecek, kimi Cumhurbaşkanın bilmem kaçıncı danışmanlarından biri olacak.

Kürt anneleri ise, onurlu bir barış olmadığı sürece oğullarını-kızlarını dağlara uğurlamaya devam edecek.

Bir not: Kürtler devletin sandığı kadar magazin sevmiyor, zaten evlerinde de televizyon uyduları uzun yıllardır Türksat’la barışık değil.

(14 Eylül 2019, umutgazetesi15.org)

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu