Yorum

AKP’nin çürük olan “yeni” argümanı: “Faiz lobisi”

Ülke geneline yayılan Gezi Park direnişi, AKP’nin kimyasını epeyce bozmuş durumda. Her zaman “öfkeli” dili ile bilinen Erdoğan’ın kendi rekorlarını bir bir devirdiği süreci hep birlikte yaşadık; bir söylediğinin diğerini tutmadığı, farklı düzeyde demagojilerin birbiri ardına sıralandığını gördük. Erdoğan’ın bu söylemlerinden birisi de direnişlerin arkasında bulunduğunu iddia ettiği “faiz lobisi”dir.

Faiz lobisi nedir ve Erdoğan’ın söyleminin arka planı

Şu faiz lobisi söylemlerinin üzerinde biraz duralım. Öncelikle faiz lobisi söylemi dış mihraklar söylemiyle içiçe geçen bir söylem. Bu söylem, Türk egemen sınıflarının her toplumsal olaydaki söylemidir. Ne zaman öğrenci eylemleri yaygınlaşsa hemen arkasında bir dış mihrak aranır/bulunur. Ne zaman işçi grevleri yaygınlaşsa, ülkesini sevmeyen, dış ülkelerin oyununa gelenlerden bahsedilir. Kürt meselesi ne zaman gündemin baş sırasına otursa, yabancı ülkelerin taşeronluğundan bahsedilir. Velhasıl toplumsal mücadelenin bir tarafı olarak bizler açısından bu söylemler hiç şaşırtıcı olmadığı gibi, Türk egemen sınıflarının ne zaman sıkıştığını görsek, dış mihrak söyleminin geleceği an üzerine bahis bile oynarız.

Soyut olarak ifade edilen dış mihraklar kimlerden oluşur? Söylem her ne kadar soyutsa da halk katında yansıması oldukça somuttur. Dış mihraklar halk nezdinde dünya siyasetine yön veren yabancı devletlerin kendileridir. Siyasi literatürde ise bunlar emperyalist devletlerdir.

Emperyalist devletlerle Türk egemen sınıflarının ve onların siyasi temsilcilerinin kurduğu bağ oldukça derindir. Ve AKP tam da egemen sınıfların bir partisi olduğu için, emperyalistlerle kurulan bu bağlara oldukça hakimdir. Bütün varlığıyla emperyalistlere bağlı olan Türk egemen sınıfları, bütün ömürlerini bu bağları gizleme ve farklı göterme uğraşıyla geçirirler.

Emperyalist devletlerden bağımsız politika izleme zemini olmayan, onların yarı-sömürgesi olan Türkiye’nin, her fırsatta onların kapısını aşındırması bizlere oldukça tanıdık gelmektedir. Öyle ki, Erdoğan bugün dış mihraklar söylemine tutunmasına karşın, hükümet olduğu günden bu yana “sermaye ırkçılığı” yapmayacağız diye, ülkenin önde gelen, kâr eden kamu mallarını emperyalist tekellere yok pahasına peşkeş çekilmesinin mimarı olmuştur. Bütün ülke emperyalistlerce talan edilirken, halk kitleleri gün geçtikçe yoksullaşma içerisine girmiştir.

AKP bu süreci ülkenin büyümesi masalıyla açıklamaya çalışmıştır. Aslında bu büyüme masalı da bir efsaneden ibarettir. AKP döneminin büyüme oranlarıyla, önceki dönemlerin büyüme oranları neredeyse aynı durumdadır. Bununla birlikte daha çarpıcı olanın kendisiyle aynı kümede olan ülkelerin büyüme oranlarından daha düşük bir büyüme gösterdiğini de hiçbir AKP’linin ağzından duyamayız.

“Sermaye ırkçılığı” yapmadığı iddiasındaki AKP döneminde uygulanan politikaları ülkenin sanayileşme oranlarının düşüşünü de beraberinde getirmiştir. 1998 yılında milli gelir içinde sanayinin payı yüzde 24 dolaylarındayken, bugün için yüzde 15.5’e gerilemiş durumdadır. Bunun anlamı Türkiye’nin dış mihraklar olarak ifade edilen emperyalist devletlere daha da bağımlı hale gelmiş olmasıdır.

Sanayinin bu kadar gerilediği ortamda büyüme ise ülkeye giren sıcak para nedeniyle gerçekleşmiştir. Bu sıcak parayı getirenlerin sıradan vatandaşlar olmadığı açıktır. Bu sıcak paranın kaynağı mali kuruluşlardır ki bunlar aynı zamanda Erdoğan’ın “faiz lobisi” olarak ifade ettiği kesimi oluşturmaktadır. Yani Erdoğan’ın bu kadar istikrarlı olarak hükümette bulunmasının nedeni bu mali kuruluşların ya da faiz lobisinin getirmiş olduğu sıcak paradır. Şüphesiz bu finans sermayenin sıcak para getirmesinin en önemli nedeni yüksek faiz oranlarıdır. Türkiye yüksek faiz verdiği için, finans sermayesi burayı seçmektedir. Finans sermayenin sıcak parası, ekonominin çarklarının dönmesini sağlamaktadır. Bu durum da AKP’nin hükümette daha fazla kalmasına neden oluyor. Kendisine oyunlar oynadığını söyleyen AKP, tam da bu finans sermayesine bağımlıdır.

AKP açısından verilerin can sıkıcılığı ve “faiz lobisine” olan hayati ihtiyacı

Bu konuyla ilgili istatistiklere kısaca göz attığımızda, ülkenin ne kadar uçurum kenarında olduğunu hemen görebiliriz.

2002 yılında 1.5 milyar dolar olan cari işlemler açığı 2012 yılında 58.8 milyar dolara yükselirken, aynı dönemde cari işlemler açığı toplamda 345.7 milyar dolar olmuştur. 345.7 milyar doların anlamı milli gelirinden bu tutar kadar fazla harcama yapma olanağının bulunmasıdır. Yaratılan gelirden fazla harcama yapmak ekonomideki canlanmanın ana nedenidir. Ancak bunun anlamı borçlanmadır. Daha fazla borçlanarak harcama yapan bir ekonominin sağlam olduğu iddia edilemez.

2012 yılında kısa vadeli dış borçlar net olarak 22.3 milyar dolar artarken, aynı dönem ulusal gelir ise 12.2 milyar dolardır. Yani Türkiye, sadece geçen yıl ulusal gelirinin iki katı kısa vadeli borç biriktirmiştir. 2011 yılında yabancı sermaye girişlerinde sıcak para oranı yüzde 40 iken, bu sayı 2012 yılında yüzde 59’a çıkmış bulunuyor. Ülke her geçen yıl sıcak paraya daha fazla bağımlı hale gelirken, aynı zamanda patlamaya hazır bir bombanın üstünde oturuyor. Zaten AKP’nin toplumsal meselelere karşı hazımsızlığının en temel nedeni bombanın her an patlamaya hazır oluşudur. Ancak biz devam edelim…

Sıcak paranın sürekli gelebilmesi için ülkenin dış borçlarını düzenli olarak ödeyebilmesi gerekiyor. Ancak istatistiki veriler bu konuda hiç de egemen sınıflara umut vermiyor. 2007 yılında kısa vadeli dış borçların oranı, toplamın içinde yüzde 17.2’yi oluştururken, Haziran 2012’de ise yüzde 28.4’e çıkarak tehlikeli bir noktaya doğru evrildi. Kısa vadeli borçların, Merkez Bankası’ndaki rezervlere oranı 2007’de yüzde 60 iken 2012 yılında yüzde 120’ye ulaştı. Yani ülkenin birikimi 6 yıl önce borcu kapatabilecek bir noktadayken, artık o noktanın oldukça gerisinde kalmıştır. Eldeki birikimler borcu ödeyemediğinden sürekli olarak sıcak paraya gereksinimi vardır AKP’nin. Yani faiz lobisiyle ilişkilerini hiç olmadığı kadar sıcak tutmak zorundadır. Bunun yolu da yüksek faiz verilmesidir.

Peki, faizler neden düştü?

AKP’nin bilindik bir siyaset tarzı var. Bir politika izlerken, görünüşte birilerin çıkarına aykırı ise onu kullanarak, birileriyle mücadele ettiği izlenimi vererek kitlelerden destek bulmaya çalışır. Aynen faizleri indirirken uyguladığı gibi. AKP faizleri indirirken, faizlerin yüksek tutulmasını isteyenlerle mücadele ettiğini açıkladı. Zaten sonra da bu söylemi Gezi Park direnişiyle birleştirerek, bunlar arasında bağ olduğunu söyledi.

AKP’nin faizleri indirmesinin finans sermayeye en ufak bir zarar vermediğinin altını önceden çizelim. Kapitalist sistemin krizinin derinleşmesi karşısında krizden Türkiye ekonomisi de etkilenmiş, beklenen büyüme gerçekleştirilememiştir. Büyümenin gerçekleştirilebilmesi için ülke halkının harcamalarını artırması gerekmektedir. Bunun iki yolu var. Birinci olarak halkın eldeki birikimini harcamasıdır ancak halkın büyük bir kesiminin elinde birikim bulunmuyor. Bu şartlar altında da borçlandırmayı özendirmek gerekiyor. Bunun için de tüketici kredilerini özendirmek için faizler indiriliyor. Bunu son dönemlerde televizyonlarda artan tüketici kredileri reklamlarının yoğunluğundan da görebiliyoruz.

Faizlerin indirilmesiyle elbette ülkeye giren finans sermayesinin gelirlerinde kısa dönemde bir düşüş görülebilir. Ancak finans sermayesinin düzenli gelişinin sağlanabilmesi için ülkenin istikrarlı, toplumsal patlamalarının zayıf olması gerekiyor. Bunun da yolu ekonomik büyümeyi belirli bir noktada tutmaktır. Sırf bundan kaynaklı da Gezi direnişi finans sermayesinin işine gelmez/gelmiyor. Kaldı ki Türkiye kendi sınıfında bulunan ülkelerden tüm indirimlere rağmen daha fazla faiz veren ülkedir.

Erdoğan’ın tüm söylemine rağmen gerçekler ortadadır ve “faiz lobisi” ya da finans sermayesiyle semiren de AKP’nin temsil ettiği sınıflardır ve üstelik varlıkları da onlara bağlıdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu