GüncelManşet

2012’de Kürt meselesi…

2012 hem öncekiler gibiydi hem değil…

Geride bıraktığımız 2012 yılına en çok damgasını vuran konuların başında geliyor Kürt ulusal meselesi… Faşist TC devletinin kırmızıçizgilerinin en yoğun olduğu konu olan Kürt meselesinde 2012’de yaşananları kısaca bir gözden geçirmek, belleğimizi yoklamak oldukça yararlı olacaktır. Çünkü ardı ardına, soluk aldırmadan düşmanca saldıran TC’nin, bir yıllık pratiğini gözden geçirmek; Kürt meselesine dair politikalarındaki değişmez politikalarla (imha, inkar ve asimilasyon…), değişen yöntemlerini (açılım, yeni konsept, milli birlik…) daha net bir şekilde açığa çıkarır.

Aynı zamanda yapay gündemlerle (İlker Başbuğ’un tutuklanması, Ergenekon yargılamaları, şike olayları, Muhteşem Yüzyıl dizisi tartışmaları…) üzeri örtülmeye çalışılan gerçek gündemlerin (Roboskî Katliamı, Pozantı işkencehanesi, KCK operasyonları, Wan depremi gerçeği…) berraklaşması daha da kolaylaşır. 2012’ye göz atmanın bir anlamı da halkın mücadele deneyiminin dökülen takvim yaprakları arasına sıkışmasını önlemektir. Her ne kadar gizlense ya da terörize edilmeye çalışılsa da bu ülkenin gündemini sokaktaki ve yücelerdeki mücadele belirliyor.

 

“Roboskî hem öncekiler gibiydi hem değil”

Kimi şehirler ve kimi insanlar 2012’ye havai fişekler, çılgın partiler, sokak dansları eşliğinde girerken; Kürt halkı, 2011’in son günlerinde gerçekleşen ve Şirnex Roboskî’de sınır ticaretinden dönerken İHA’larla katledilen 17’si çocuk 34 Kürt köylüsünün ardından yas tutuyor; devrimci, demokrat, yurtsever güçler 10 binler olup Roboskî’ye akıyor, öfke ile 34 genç tabuta omuz veriyorlardı.

TC devletinin sözcüleri ve medyası bu katliam karşısında uzun bir süre sessiz kaldı, hatta yayınlara sansür uygulamaya kalktı. Oysa katliam yaşanmadan birkaç gün önce yapılan MGK toplantısında “terörle mücadele kararlılıkla devam edecek” denilmişti. Katliam sonrasında yapılan açıklamalar ve burjuva-feodal medyada yapılan haberler ise katliamın meşrulaştırma çabalarından başka bir anlama gelmiyordu. En “vicdanlısı” “Kahreden hata” manşetiyle olayı duyuran medya ilerleyen dönemlerde bu “vicdanlı yaklaşımını” da elden bırakacak ve katliamda ölenlerin, ölmeselerdi PKK’ye katılacaklarını “belgeleyen” haberler yapacaklardı.

Başbakan R. T. Erdoğan, bu “başarılı” operasyondan kaynaklı Genelkurmay’a teşekkür ederken; Genelkurmay da katliamın ardından kurulan TBMM İnsan Hakları Uludere Alt Komisyonu’na gönderdiği “bilgi notu”nda “Olay insani boyutuyla üzücüdür. Ancak askeri açıdan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verilen sınır ötesi yetkiler ve konulan kurallar içerisinde sınır ötesi harekât karar mekanizması dahilinde icra edilmiştir” diyordu. Ayrıca kurulan bu TBMM İnsan Hakları Uludere Alt Komisyonu hazırladığı raporlarla devleti aklamaktan başka bir işe yaramamıştı. Diğer taraftan İçişleri Bakanı İ. N. Şahin, televizyonlara çıkarak, “olayı geniş çerçeveden incelemek” gerektiği konusunda ahkam kesiyor ve katledilenleri “figüran” olarak nitelendiriyordu.

Ancak faşizmin temsilcileri ne derlerse desinler ya da ne yaparlarsa yapsınlar bu katliamın altından kalkamıyorlar, halka katliamı bir türlü unutturamıyorlardı. Öyle ki ülke tarihinde ilk defa bir Genelkurmay Başkanı (İlker Başbuğ) eften püften bir nedenle tutuklanıyordu. Bu da, katliamı geri plana itmeye yeterli değildi. Bunun üzerine Mayıs ayında AKP Genel Merkez Kadın Kolları 3. Olağan Kongresi’ne katılan Erdoğan “Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum” diyerek, yeni bir tartışmanın alevini fitilledi. Devlet, cebinde yedekte tuttuğu kadın düşmanlığı kartını çıkartmış, tek tek açıklama yapan kadın düşmanları “Tecavüze uğrayan doğursun, devlet bakar”, “Bosna’da tecavüze uğrayan kadınlar da doğurdu”, “Çocuk niye ölsün? Kötü bir şey olduysa anası kendisini öldürsün” gibi söylemlerle yasa hazırlığına girişiyorlardı. Ama devletin bu hamlesi de sokaklara dökülen on binlerce kadının “Kürtaj değil, Roboskî katliam” şiarıyla düzenledikleri eylemlerin karşısında kendisine dönmüştü.

Katliamın 6. ayında, “Roboskî’ye Adalet Nöbeti” tutan aileler, köyden katliamın gerçekleştiği yere yürümek isteyince devlet yine karşılarına dikildi. Tazyikli su ile yapılan saldırının ardından bir ana “Li Roboskiyê zîhniyet neguherî, bila hemû cîhan bibihîse!” diyordu. Yani “Roboski’de zihniyet değişmedi, bütün dünya bunu duysun!” Tonlarca tazyikli suyun oluşturduğu çamur yığını içinde kalan Roboskililer, TC devletinin kendilerine verdiği kimlikleri çamura attılar. “Alın” diyorlardı, “Alın kimliğinizi başınıza çalın. Böyle bir devletin vatandaşı olmaktan utanıyoruz!

Devleti köşeye sıkıştıran bu katliama yönelik tepkiler hiç durmadı. Devlet de katliamın sorumlularından Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Erten’e, 28 Kasım’da TSK Şeref madalyası verip, onu ödüllendirerek; katliamı kendisinin gerçekleştirdiğini kabul etmiş oldu.

2012’nin son günlerinde de en çok konuşulan konu Roboskî oldu. Kürdistan’ın sokaklarından Avrupa’ya, Ortadoğu’ya kadar birçok yerde 1. yılında Roboskî katliamı lanetlendi. 2012’de gördük ki, faşist TC devleti Roboskî’de olduğu gibi katliamcı zihniyeti hala sürdürüyor. Ama yine gördük ki bu katliam, diğer katliamlar gibi kolay kolay üzeri örtülebilecek, PKK’nin üzerine yıkılabilecek ya da hesap vermeden tarihin sayfalarına karışabilecek bir katliam da değildi. Tüm gerçekleri karartma ve gündem değiştirme çabaları boşa çıkan AKP hükümetinin ipini çekmişti bu katliam. “Kürt açılımı” ile başlayan “umut iklimi”nde kendine bağlamaya çalıştığı Kürt halkı, bu katliamla iyiden iyiye bağlarını koparmıştı AKP ve devletle…

 

2012 pozantiPozantı Çocuk İşkencehanesi…

Çatışma, ayrımcılık ve yoksullukla doğan-büyüyen Kürt çocuklara yönelik her türlü işkencenin reva görüldüğü bir yıl oldu 2012. Roboskî’de katledilen 17 Kürt çocuğunun ardından bu kez Adana Pozantı Çocuk Hapishanesi’nde tutulan Kürt çocuklarının başta cinsel istismar olmak üzere çeşitli işkencelere maruz kaldığı gerçeği ortaya çıktı.

Özellikle 2006’da Erdoğan’ın “çocuk da olsa kadın da olsa gerekeni yapacağız” talimatının ardından eylemlerde gözaltına alınan ve tutuklanan yüzlerce Kürt çocuğu “taş atan çocuklar” “statüsüne kavuştu” ve Çocuk Hapishanelerinde büyüyen bir nesil yetişmeye başladı.

Kürt halkına yönelik aşağılama, kimliksizleştirme politikalarına ek olarak rehin alınan bu çocukların Pozantı’da yaşadıkları işkenceler, tahliye olan bir çocuğun Mersin İHD’den yazdığı bir mektupla açığa çıktı. İnsanın kanını donduran bu gerçeklik karşısında devlet; Pozantı Hapishanesi’ndeki çocukları Sincan Hapishanesi’ne zorla sevk ederek, onları ailesinden ayırdı. Ankara uzak ve kendileri yoksul oldukları için çocuklarını sık sık ziyaret edemeyen ailelerden ve ziyerit edilmeyerek travmalarıyla baş başa kalmak zorunda kalan çocuklardan böylelikle intikam almaya devam eden devlet, İHD ve olayı haber yapan DİHA muhabirini sık sık gözaltına aldı.

Yılın son günlerinde ise AKP’ye yakınlığıyla bilinen trthaber ve haber7 siteleri Pozantı’da yaşananların “devleti yıpratmak için terör örgütünün komplosu” olduğunu “kanıtlayan” ses kayıtları olduğunu iddia etti.

 

2012 zimane“Zimane me rumeta meye!”

Ülkenin gündem maratonu Mart ayından itibaren 4+4+4 üzerine mecliste sözde muhalefetle hükümet arasındaki meydan savaşlarıyla başlamış ve söz konusu yasa 30 Mart günü kabil edilmişti. Rezil bir operasyonla, yüz elli AKP parlamenterinin gard ve markajında “Kabul edenler? Etmeyenler?” modu geleceğimize ve elbette hayatlarımıza biçilen değeri, yeterince gösteriyor. Ne var ki, asıl konumuz, bu değil. Zira Kürtçe, bu tasarının madde başlıklarından biri değildi. Tasarı komisyondan geçtikten sonra milli eğitimin intihalci bakanı Ömer Dinçer, Kürtçe’nin de seçmeli ders olarak okutulabileceğini yumurtladı. Hemen akabinde amasını dile getirdi. “Bu anayasal bir düzenlemenin işi” diye.

Anadilde eğitim tüm yıl boyunca tartışma konusu olan başlıklardan bir tanesi oldu. Açlık grevlerinin temel talebi haline de gelen anadilde eğitim için okulların açıldığı Eylül ayında ulusal hareket tarafından bir politika belirlendi. Özellikle Kürt illerinde okullar boykot edildi, birçok yerde öğretmenler PKK tarafından alıkonulup, okullar tahrip edilerek hem devlete hem eğitmenlere mesaj verildi.

 

Çadıra “sivil itaatsizlik”ten kalma tahammülsüzlük

Şubat ayında es geçemeyeceğimiz konulardan biri de o dönemde her yerde kurulmaya çalışılan ve devletin kesinlikle izin vermeyeceğini ilan ettiği “demokratik direniş çadırı eylemleri” oldu. “Kürt dili üzerindeki her türlü baskının kaldırılması ve kamusal alanda kabul görmesi için yasal güvenceye alınması”, “bütün siyasi tutsakların serbest bırakılması”, “Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin kaldırılıp, çözüme katkı sunması için; sağlık, güvenlik ve iletişim koşullarının sağlanması” talepleriyle kurulmaya çalışılan direniş çadırlarına pervasızca saldıran devletin tek bir kaygısı vardı: 2011 seçimleri öncesinde kurulan “sivil itaatsizlik” çadırlarının sağladığı motivasyonun tekrar yakalanmasını engellemek!

 

2012 newroz“An Newroz, An Newroz”

Mart ayı, direniş ve doğum ayıdır Kürt halkı için… “Diriliş günü” olarak bilinen 21 Mart’ta Newroz’u kutlar Kürt halkı. Ama bu kutlamalar kan ve can bedeli kazanılmış olduğundan bir savaş muharebesidir aynı zamanda. Ki devletin uzantısı AKP hükümeti bunu bildiğinden erken davranmış ve İçişleri Bakanı İ. N. Şahin aracılığıyla “Nevruz bayramı gününde kutlanaaa” fetvasını yayınlayarak, savaş çağrısı yapmıştı. Birçok ilde Newroz kutlamaları “gününde” yapılmadığı gerekçesiyle yasaklanmıştı.

Binlerce polisi ile İstanbul’u adeta ablukaya alan, Amed’de panzerlerle kitlenin önüne barikat kuran devlet, bir kez daha başarısız oldu. Amed’de barikatları deviren, tüm engellemelere karşın Kürt halkının bu coşkusu, öfkesi ve isyanı Newroz alanına adeta bir nehir gibi akıyordu. Diğer taraftan İstanbul’un dört bir yanını gaza boğduran çatışmalar yaşanıyordu. Kazlıçeşme’de yaşanan çatışmalarda yüzden fazla kişi gözaltına alınırken; BDP’li Hacı Zengin katledildi.

 

“Yeni konsept” ve muhatapsızlık

2011’de yaşanan seçimlerin ardından faşist yüzünü Kürt halkına daha açıktan sergileyen AKP hükümeti 2012 yılında da bu tavrını sürdürdü. AKP kodamanları (bu konuda başı tabii ki de Başbakan Erdoğan çekiyordu) yaptıkları her açıklama ile Kürt halkına açıktan hakaret ediyor, şovenizmi artıran açıklamalarda bulunuyordu. Ki Erdoğan ve yaveri İ. N. Şahin bu konuda koltuklarını kimseye kaptırmıyorlardı.

2012 yılının ilk çeyreğinde AKP’nin bu yöneliminin bir sonucu olarak “yeni konsept” tartışmaları baş gösterdi. Öz olarak “Çözüm için sivil siyaset kanalı dışında hiçbir kanala itibar edilmeyecek. Bunun için de ‘Meclis’te de, sadece ipleri İmralı ve Kandil’in elinde olmayan, demokratik yollarla seçilerek Meclis’e gelmiş, siyasi inisiyatif kullanabilecek parti veya partilerle muhatap olunacak” şeklinde bir politika geliştirdiğini açıklayan devletin bu konseptin ardından ulusal hareketin tüm eylemleri kolluk kuvvetleri tarafından gaz, cop ve tazyikli su ile bastırılmaya çalışıldı.

Bu “yeni” sıfatlı strateji doğrultusunda işaret edilen BDP ise, tam da bu oyunu ortaya çıkaracak biçimde, kendilerinin görüşmelere zaten hazır olduklarını ifade ederken diğer yandan kendi şartlarını koydu: “Birincisi Sayın Öcalan’ın özgürlük, güvenlik, sağlık koşulları değiştirilmelidir. Müzakereye katılabileceği koşullar yaratılmalıdır. İkincisi siyasi soykırım operasyonlarına son verilmeli ve arkadaşlarımız serbest kalmalıdır. Üçüncüsü ise karşılıklı olarak bütün askeri faaliyetler durdurulmalıdır. Bir ateşkes sağlanmalıdır.” Devletin bu ön koşulları kabul etmesi mümkün değil, ancak diğer yandan 30 yıllık savaşın sonucunun yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gibi “komik” koşullara hapsedilmesi de Kürtler açısından mümkün değil. Üstelik muhataplar muhatap alınmadan!

Bu faşist maskesi kimi zaman “yumuşatma” adına kimi hamleler de yapılmadı değil. Örneğin, Sêrt Emniyet Müdürlüğü’nden Amed’e “atanan” Recep Güven’in, “görev”ine başlar başlamaz yaptığı “Konferans esnasında, salondakilerin büyük ünlemlerle bakacakları bir cümle kurdum. ‘Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz’ demiştim. İnsan katleden, canavarlaşmış bir teröristi de entegre edemiyorsanız devlet değilsiniz. Ben bu iki duygu arasında gidip geliyorum. Her teröriste de içim acır” açıklamasının gündem olmasını bu şekilde okuyabiliriz.

 

“Rojava’da Kürt devrimi”

T. Kürdistanı’nda saldırılar sürerken, iç savaşın hakim olduğu Suriye’de kimliksiz yaşayan Kürtler için ciddi gelişmeler yaşanıyordu. Başta Rojava, Qamışlo olmak üzere 6-7 bölgeyi denetimleri altına alan Suriye Kürtleri, Hewler’de bir araya gelmiş, yedi maddelik bir anlaşma imzalayarak Yüksek Kürt Konseyi’ni kurmuşlardı. Ardından konseyin bölgeyi Kürt bölgesi ilan etmesi, başta TC devletini rahatsız etmiş, Başbakan Erdoğan “eyvallah demeyiz, müdahale ederiz” şeklinde açıklama yapmıştı.

Ancak bu açıklama ne Suriye’deki Kürtlerin özerk bölge çalışmalarını engellemiş ne de bu durumun ülkedeki Kürtleri coşkulandırmasını… “Rojava’daki Kürt devrimini selamlıyoruz” diyen Kürt halkı sokaklara dökülmüş, Suriye Kürtlerinin bu başarısını bayram havasında kutlamıştı. Oluşan motivasyon, TC devletini oldukça korkutuyordu.

 

“Yeni konsept”: Kimyasal silah ve nokta operasyonları

Devletin “yeni konsept”inin açıklamadığı bir ayağı da gerillaya yönelik olandı. 2011’de Kazan Vadisi’nde kimyasallarla 40 gerillanın katledilmesinin ardından kimyasal silah kullanımını artıran TC, bu “yeni konsept”le kimyasal kullanımını ve “nokta” operasyonlarını düzenli bir şekilde gerçekleştirmeye başladı.

Şubat ayında, gerillanın henüz barınaklarında olduğu bir dönemde askeri operasyonlara hız veren TC ordusu artık gerilla ile “sıcak temas/sıcak çatışmalardan” uzak duruyor, bunun yerine hava destekli operasyonlar düzenleyen TC ordusu; kimyasallarla, nokta operasyonlarıyla gerillayı toplu şekilde yok etmeye çalışıyordu. Şubat ayı itibariyle bu vahşi savaş yöntemlerini artıran TC ordusu, sadece 3 hafta boyunca sürdürdüğü operasyonlarda çıkan çatışmalarda 36 gerillayı katletti.

Daha sonraki süreçlerde de süren bu tarzda katledilen gerillaların cenazelerinin tanınmayacak hale getirilmesi de önemli bir not olarak tarihe düşmelidir. Devlet yalnızca gerillayı bedenen yok etmeyi değil, gerillayı sahiplenme bilincini de imha etmeyi amaçlıyordu. Bunun için cenazeyi almaya gelen gerilla ailesi ve yakınlarını baskı altına almaya çalışıyor, ailesi geç gelen gerillayı kimsesizler mezarlıklarına gömmek için alelacele davranıyor, cenazeleri farklı bölgelerdeki Adli Tıp Kurumlarına götürerek el koymaya çalışıyordu. Ayrıca cenazelerin kitlesel geçmesini önlemek için “olağanüstü hal” ilan ettiği mezarlıklarda cenazeye katılanlara saldırıyor, yüzlerce kişiye gözaltı ve tutuklama terörü ile baskı yapıyordu. Keza Mart ayında Mersin’de HPG gerillası Murat Şakar’ın cenaze törenine saldıran devlet, 100’ü aşkın kişiyi gözaltına almıştı. Operasyonların iyiden iyiye arttığı bu dönemde 26 Nisan günü yüzlerce kişinin katıldığı Canlı Kalkan eylemi başlatıldı.

Faşizmden bir kare olarak akıllara kazınan bir “askerlik hatırası” fotoğrafı açığa çıktı bu dönemde. Şemzînan’da bulunan Güzelkonak Karakolu’nun önünde gayet disiplinli bir şekilde dizilen 40 asker, işkence edilerek parçalanmış 8 gerilla cenazesinin önünde poz veriyorlardı. Fotoğraftaki cenazeler 14 Eylül’de Haruna Karakolu’nda çıkan çatışmada yaşamını yitiren 8 HPG’liye aitti. İki gün güneş altında bekletilen cenazeler Güzelkonak İlköğretim Okulu yanında teşhir edilerek, okuldaki çocuklara izlettiriliyordu!

 

2012 semdinliŞemzînan ve “kale karakollar”

Hakkâri’nin (Colemerg) Şemdinli (Şemzînan) ilçesinde 23 Temmuz günü başlayan ve PKK’nin, “vur kaç” taktiğini “vur kal, alan hâkimiyeti kur” biçiminde yaşama geçirmesiyle birlikte bölgede hâkimiyeti kaybeden Türk devleti, fiili OHAL’i yaşama geçiriyordu. Gecegündüz, dağı taşı bombalayan, gerillanın üzerine fosfor gazı sıkan devlet, çok sayıda köyü de yerle bir etti. İlçeye giriş çıkışlar engellenirken bölge, adeta panzer, tank, Özel Tim ve paralı askerler tarafından işgal edildi. Egemen sınıf basınının yaşananlar karşısındaki sessizliği, Dışişleri Bakanı A. Davudoğlu’nun “biliyorum ama söyleyemem” sözleri, devletin bölgede yaptıkları-yapabilecekleri konusunda kaygı uyandırıyordu.

Kısa zaman sonra BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Gerilla 40 kilometrelik alanda hakimiyet kurdu” açıklamasını yapmasının ardından köpüren TC devleti, olayı yalanlamayan açıklamalar yaptı. Ancak kısa bir süre sonra aralarında “Şemzînan’da neler oluyor?” diyerek bölgeye giden, BDP’li milletvekillerinin de bulunduğu bir heyetin gerillanın yol kontrolüne denk gelmesiyle tüm bu yalanlama çabaları da boşa çıkmış oldu. Şemzînan pratiği, AKP eliyle kurulan özel savaş birliklerinin, yüksek teknolojiye dayalı savaş konseptinin ve “kale karakollar”ın gerilla karşısındaki çaresizliğini de tüm dünyaya ilan etmiş oldu.

 

Devlet intikamını BDP’den almaya çalışıyor

Şemzînan, egemenlerin Kürt politikalarında aczinin resmi oldu. Geriye yapabilecekleri tek bir şey kalıyordu. O da yasal, demokratik alanda mücadele yürüten BDP’yi hedef tahtasına koymak. BDP’lilerin, PKK gerillaları tarafından durdurulması ve gerillayla kucaklaşması ile ortaya çıkan etkileyici görüntüler bir “fırsata” dönüştürüldü. BDP’ye yönelik kapsamlı bir linç harekâtı başlatıldı. Bunu Antep patlaması sonrası BDP binalarının yakılması izledi. Örneğin, BDP Bingöl binası korucular tarafından basılarak içeridekiler linç edilmeye çalışıldı.

Devletin tek saldırısı şoven saldırıları tetiklemek değildi. Kürt vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması için hızlanan çalışmalar sonucunda aralarında BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak’ın da bulunduğu 9 milletvekili hakkında fezleke hazırlandı. Yine bu süreçte seçimlerden önce hapishanede bulunan BDP İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel hakkında tahliye olduğu davadan 8 yıl 9 ay hapis cezası verilmesi karara bağlandı.

Dokunulmazlık tartışmalarının komik yanı sanki bugüne kadar Kürt vekillere hiç “dokunmamış” gibi davranmalarıydı. Hala tutuklu milletvekilleri bulunan BDP’nin her eylemine saldıran kolluk kuvvetlerin BDP’li vekilleri özel olarak hedef seçtiği, darp ettiği bilinen bir örnek. Sadece BDP’nin 14 Temmuz’da Amed’de düzenlediği mitingde ortaya çıkan görüntülerini hatırlasak bile (katılan milletvekilleri gaza boğulmuş, Pervin Buldan’ın ayağına gaz bombası isabet etmişti) devletin her fırsatta vekillere “dokunduğunu” görmüş oluruz.

Dokunulmazlık tartışmalarının Meclis’te somutlanmasıyla artan hoşnutsuzluk kendini AKP içerisinde de gösterdi. Kürt illerindeki tabanında yaşanan kayıpları farkeden AKP, Erdoğan öncülüğünde AKP’li Kürt “asıllı” milletvekilleri ile toplantılar düzenledi ve ardından dokunulmazlık tartışmaları başka bir saldırı planında indirilmek üzere rafa kaldırıldı.

 

“Eskiden en iyisi ölü Kürt’tü. Artık ölmediyse mahpus da iyi sayılır”

BDP’li vekiller hakkında hazırlanan fezlekeden girmişken, ulusal harekete yönelik “KCK operasyonu” adı altında gerçekleştirilen gözaltı ve tutuklama furyasının son 1 yılına da göz atalım. “KCK operasyonları” tüm yıl boyunca tek tek ya da toplu bir şekilde devam etti. 2012’ye; 2011 yılında gerçekleştirilen operasyonlarda tutuklananların yargılandığı KCK davaları ve anadilde savunma tartışmaları damga vurdu.

2012 yılının ilk MGK toplantısında “terörün istismar kaynaklarının kurutulması amacıyla yürütülen kapsamlı çabaların da demokrasiyle, hukuk devleti ilkelerine ve evrensel değerlere bağlı olarak sürdürüleceği bir kere daha teyit edilmiştir” denilen bildiri ile AKP ve askerin “KCK operasyonu” adı altında yürütülen tutuklama furyasının aynı hızla devam etmesi yönündeki ortak iradesi dile getiriliyordu.

13 Şubat’ta sadece Ankara’da, KESK ve sendika merkezlerinde çalışan kadın sekreterlerin 15’i gözaltına alındı ve 9’u tutuklandı. Bu operasyon dalgasının KESK Kadın Sekreterliği’nin 8 Mart programını açıklamasının hemen ardından yaşanması, devletin 8 Mart’ta kadınların alanlara çıkmasını engelleme girişimi olduğunu açıkça gösteriyordu. 5 Haziran’da polis “KCK” adı altında KESK ve KESK’e bağlı sendikalara baskın yapmış ve 70’ten fazla KESK’li sendikacıyı gözaltına almıştı. Halen 32 BDP’li belediye başkanının tutuklu olduğu ülkemizde 7 Haziran sabahı Wan belediyelerine operasyon düzenleyen devlet, aralarında Wan Belediye Başkanı Bekir Kaya’nın da bulunduğu 3 belediye başkanını tutukladı. Ekim ayında Mersin merkezli 6 ilde “KCK” adı altında yapılan kurum ve ev baskınlarında 38 kişi gözaltına alındı, gözaltına alınanlardan 29 kişi tutuklandı. Son olarak Aralık’ta Sêrt (Siirt), Êlîh (Batman), Merdin ve Dersim’de gözaltına alınan 100 civarında yurtseverin yarısı tutuklandı.

Nisan ayında açıklanan 193 sanıklı İstanbul KCK iddianamesinin başlangıç kısmında soruşturmaya konu kişilerin “ana gayesinin, toplumda kaos ve kargaşa oluşturmak suretiyle Devleti aciz duruma düşürmek ve oluşturulması hayal edilen Kürdistan isimli özerk yapılanma konusunda masaya oturmaya zorlamak olduğu tespit edilmiştir” deniliyordu. Mayıs’ta iddianameleri hazırlanan gazeteciler için ise iddianamede “Türk Devletini sıkıntıya sokacak, kamuoyu önünde küçük düşürecek haberler peşinde koştuğu…” yorumları yapılıyordu. KCK duruşmalarına ilişkin akıllarda kalması gereken diğer bir nokta da Amed’de görülen KCK ana davasında, anadilde savunma vb. taleplerini kabul etmeyen mahkeme heyetini, protesto ederek salonu terk eden 103 avukat hakkında “Adalet” Bakanlığı tarafından soruşturma izninin verilmesidir.

 

2012 aclik grevi“Biz yaşamı uğruna ölecek kadar çok seviyoruz”

“KCK operasyonları” adı altında gerçekleştirilen tutuklama furyasıyla birlikte son üç yılda tutsak sayısı 10 bini bulan ulusal hareketin hapishaneler cephesinde gerçekleştirdiği açlık grevleri 2012 damgasını vuran eylemlerden oldu. İlk olarak 15 Şubat’ta “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar çok seviyoruz” sloganıyla başlatılan açlık grevlerine birçok devrimci örgüt gibi TKP/ML TİKKO davası tutsakları da 15’er ve 5’er günlük dönüşümlü açlık greviyle destek vermişlerdi. Bu açlık grevi sırasında her ne kadar ülkede istenilen kamuoyu duyarlılığı yaratılamadıysa da bu sürecin en büyük yankısının Avrupa’da yaşayan Kürtlerde bulduğunu söyleyebiliriz.

 

“Bijî berxwedana zindanan”

12 Eylül’e geldiğimizde bu kez daha büyük bir açlık grevi eylemi başlatılıyordu. “PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki ağırlaştırılmış tecridin son bulması; sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının sağlanması; anadilde eğitim ve savunma hakkı” talepleri ile başlatılan süresiz-dönüşümsüz açlık grevine kayılanların sayısı 10 bini buluyordu. 40’lı günlerinden sonra hemen her gün sokaklar destek eylemleriyle hareketli bir döneme giriyordu. Oluşan bu kamuoyu desteğinden rahatsız olan devlet; düşmanlığını; tutsakların dayanma gücünü artıracak B1 vitaminini vermeyerek; tutsakları tek kişilik hücrelere koyup, tecrit-tretmanı derinleştirerek gösteriyordu. Devlet yalnızca tutsaklara değil, sesini parmaklıkların ardına taşımaya kararlı olan devrimci, demokrat ve yurtsever güçlere de düşmanlık besliyordu. Hiçbir yürüyüşe izin vermemeye yeminli olan devlet, adeta fobisi haline gelen “çadır kurma” eylemlerine karşı daha da pervasız saldırıyor; gazlı-coplu, gözaltılı terörünü hayata geçiriyordu.

Devletin gündemini de haftalarca işgal etme başarısını gösteren ve 68. gününde sonlandırılan açlık grevi eylemlerine Partizan tutsaklar da destek olmuştu.

 

2012 hdk2012’de HDK

2011 seçimlerinde Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu ile yakalanan dayanışma ve ivmenin ardından yine aynı bileşenle oluşturulan Halkları Demokratik Kongresi, ülkedeki devrici, demokrat ve yurtsever hareketin canlı bir bileşeni olarak geçirdi 2012’yi. Keza 12-13 Mayıs’ta Ankara’da gerçekleştirdiği 1. Genel Kurulu’nda beklenenin üstünde bir katılımın yaşanması, katılımcıların tamamının salona sığmaması da bunun bir göstergesi.

HDK, kurumsallaşma adımları attığı 2012 yılına Roboskî’nin ardından düzenlediği bir kampanya ile başladı. “Sen de bir ses çıkar” şiarıyla düzenlenen ve her hafta gerçekleşen eylemler, HDK kitlesinde bir canlılık yarattı. Yıl boyunca Nevşehir, Niğde, Konya, Kayseri gibi muhalif hareketlerin oldukça zayıf olduğu alanlarda dahi bir örgütlenme alanı yaratan HDK’nin en önemli özelliği yerel meclisler ayağıyla örgütlenmesi. HDK’nin bu ilerlemesi karşısında egemenler cephesi de Haber Türk, Akşam, Bugün gibi gazeteleri aracılığıyla “KCK’nın MİT’in kontrolünde bir örgüt olduğu imajını ortadan kaldırmak” için HDK’nin kurulduğunu, içerisinde “silahlı örgütlerin” olduğunu vurgulayan tek kalemden hazırlandığı belli olan haberler yayınlıyordu.

HDK, yıl boyunca tüm eylem süreçlerinde örgütleyici olarak yer aldı. Kentsel dönüşüm saldırılarına, siyasi-askeri operasyonlara karşı hep alanlarda HDK, bileşenleri olan devrimci, demokrat ve yurtsever kesimleri de hareketlendiriyordu. 8 Mart, 1 Mayıs gibi tarihi günlerde de bileşenleri ile birlikte ortak pankart açan HDK; 30 Mart, 6 Mayıs, 18 Mayıs gibi günlerde de devrimci önderlerin anmalarını düzenledi. İşçi eylemlerinin de bir parçası haline gelmek için çaba gösteren HDK’nin bu tavrına örnek; İzmir’de işten çıkarılan Billur Tuz işçileri için başlattığı “Billur Tuz kullanmıyoruz” kampanyasını örnek gösterebiliriz.

10-11 Kasım’da gerçekleştirdiği genel kurulunda attığı “partileşme” adımı ile sürecine HDK ve HDP olarak devam eden HDK’nın partileşme yaklaşımı tarafımızdan bilinmiyor değil. Başından itibaren biz HDK’nın “ikili” yanına işaret ettik. HDK bir yandan kimi bileşenleri açısından bir seçim partisi/çalışması olarak görülürken; bizim açımızdan ise onun kitlelere dayanan, kitlelere yönelen, kitlelerin kendilerini ifade etmelerine imkan sunan, haydi söylemekte mahsur yok, bir nevi kitlelerin “öz örgütlenmeleri” olma esprisine olanak sunan yapısı dikkate alındı. Bizler açısından HDK bu özelliğiyle ilgi odağı oldu.

 

2012’den notlar

* WAN DEPREMİ: 2011 yılında gerçekleşen Wan depreminin ardından 2012 yılı boyunca çadırkentlerden de çıkarılan Wan halkına yönelik yürütülen yok sayma/imha/inkâr/asimilasyon politikaları, bir de deprem dolayısı ile ortaya çıkan mağduriyet eklenerek devam ettiriliyordu. Yine “KCK operasyonları” ile aralarında Wan Belediye Başkanı Bekir Kaya’nın da bulunduğu 3 belediye başkanı tutuklanan Wan halkına, depremin 1. yılında TOKİ evlerinin açılışını yapan Erdoğan; deprem vesilesiyle kentsel dönüşüm planlarının daha da sistemleştirdiklerini, depremden kaynaklı Wan’ı önceye aldıklarını anlatıyordu.

 

* RIHA CEHENNEMİ: 16 Haziran 2012 tarihinde Riha (Urfa) Hapishanesi’nde onursuz uygulamalara, dayatmalara artık tahammülü kalmayan tutuklular, tüm bunları protesto etmek için yangın çıkarmış; hapishane idaresinin ve gardiyanların seyrettiği yangında 13 kişi yaşamını yitirmiş, 5 kişi de yaralanmıştı. Devlet bu katliamın ardından da tutsakları suçlamış; 300 kişilik hapishanede 1000’i aşkın insanın bulunmasına neden olan tutuklama terörünü gizlemeye çalışmıştı. Hatta buradaki tutsaklara zorla sürgün uygulayan devletin bu tutumuna karşılık, tutsaklar, onlarca hapishanede yangın çıkarmışlardı.

 

* TEZKERE: Suriye sınırından Riha’nın Akçakale ilçesine düşen top mermisi ve 5 kişinin hayatını kaybetmesinin arkasından Suriye üzerinde yürüttüğü saldırgan tutumuna yeni bir boyut katma ve yeni bir denge oluşturma fırsatını da kaçırmayan devlet; tezkereyi AKP ve MHP’li vekillerin oyuyla şipinişi meclisten geçirdiler. Sokağa çıkan 10 binler tezkereyi protesto ederken, devlet bu eylemlere de saldırdı.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu